Kurban sevgiliye sunulan en değerli armağandır. Aşk adanmaktır. Kendini sevdiğine kurban etmektir. Asıl olan kurban olunacak sevgiliyi bulabilmektir. Arayan Mevla’sını da, Leyla’sı da, belasını da bulur. Leyla’yı Mevla bilen bela bulur. Mevla’sını bulan Leyla’sını da bulur. Hz. Hatice (ra) ve Hz. Mustafa (sav. ) Mevla’yı bulmak arzusuyla birbirlerini buldular. Yollarını buluşturdular. Yoluyla giden yorulur mu hiç? Onlar yormadılar, yorulmadılar. Birbirlerinin yollarına kurban oldular. Onun için ebedi hayat arkadaşı oldular.
Onlar gerçek âşıktılar. Gerçek aşkı yaşadılar. Birbirlerinin habibi (sevgilisi) oldular. O sevgide Allah’ı ve Habibullah’ı buldular. Onların sevgisi şefkatten kaynağını alan aşktı.
Habibullah (Allah’ın sevgilisi) Peygamberimiz 25 yaşında, hayatının baharında iken, 2 çocuk sahibi, öncesinde iki evlilik yapmış, 40 yaşındaki Hz. Hatice ile evlenmişti. İhtiyarlığa yüz tutan o kadına gençliğini vererek onu gençleştirmişti. Bu aşktan çok öte bir duygu olan şefkatin tezahürüydü.
Hz. Hatice (ra) kendisi için kâinatın yaratıldığı, on sekiz bin âlemin en sevimli ve saygın varlığı, her kadının evlenmeye can attığı Efendimizin (sav. ) kendisini tercih etmesine, kendisi için gençliğini feda etmesine sahip olduğu her şeyi ona ve onun yolunda feda ederek karşılık vermişti. Hz. Hatice (ra) “oğlu” yaşındaki Peygamberimize gâh aşk, gâh şefkatle yaklaşarak hayatını feda etmişti. Peygamberimizse ancak annelerde duyulabilecek bir merhametle onun şefkatli kollarına sığınmıştı. Onlar böylece aşktan beklenen neticelere şefkat ile ulaşmışlardı.
Doğmak için sevilen için ölmek, sevdiğine kurban olmak gerek. Her Hatice (ra) Mustafa’sını (sav. ) bulur. Bulunca da ona kurban olur. Hatice (ra) aradığını buldu. Bulunca da ona kurban oldu. Her halinden Yunus’un şiiri okundu:
Canım kurban olsun senin yoluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed,
Şefâat eyle bu kemter kuluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed
Hz. Hatice ve Hz. Mustafa’nın (sav. ) aşkı cennet ağaçları gibiydi. O ağaç Hz. Fatıma’yı meyve verdi. Hz. Ali o ağacın gölgesinde Hz. Fatıma ile büyüyüp serpildi. Bir zaman sonra o nurani ağaca aşı yapıldı. O ağaçta bu defa Hz. Fatıma ile Hz. Ali aşkı göverdi.
Evliliklerinin ilk akşamında Efendimiz (sav. ) düğünevini ziyaret etti. Hz. Fatıma ve Hz. Ali’nin ellerinden tuttu. Hz. Ali’ye Hz. Fatıma’nın kölesi, Hz. Fatıma’ya da Hz. Ali’nin cariyesi olmasını tavsiye etti. Köle efendiye, cariye sultana itaat eder. Meşru dairedeki isteklere itaat eden elbette rahat eder. Onların aşkı birbirlerine şefkat etmekti. Şefkat ise itaat demekti. O itaatten Hasan ve Hüseyinler dünyaya geldi.
Salt aşk ise çokça isyan demektir. Köle köleliğini, cariye cariyeliğini bilmez. Köleler efendi, cariyeler sultan olmak ister.
1935 yılında Eskişehir Hapishanesinin karşısındaki Lise bahçesinde dans eden kızları gören Bediüzzaman onların 50 yıl sonraki hallerini görür, hüzünlenir. Aynı şehirde şehvetle genç kızların peşine takılmış gençleri görünce onların ruhlarında geleceğin Hz. Hatice’si (ra) ve Hz. Mustafa’sını (sav. ) göremez. Bu gençlerden doğacak nesillerin akıbetini düşünür hüzünlenir.
Şimdi Caner Kutlu ile Eskişehir Hapishanesinin önündeyiz. Hapishane yıkılmış, iş merkezi yapılmış. Karşıda Lise Mektebi yerli yerinde duruyor. Üstadın bahsettiği kızların ve erkeklerin hepsi Dünya Lisesinden mezun olup Kabristan Üniversitesine gitmişler. Okul sıralarında olduğu kabir sıralarına dizilmişler. Kabirleri kurban yerine dönmüş. Dünya hesabına ahiretlerini kurban etmişler. Onların yerinde şimdi başka kızlar, erkekler var. Manzara 1935 yılındakinden daha kötü. Onların imanla kabre girebilmesi için kendini kurban eden Üstad bu durumu görseydi herhalde kahrından ölürdü. Haticeler, Mustafalar, Fatımalar, Aliler gitmiş, Cerenler, Ceydalar, Berkler, Berkeler gelmiş. Köleler efendi, cariyeler sultan olmuş.
Onun için günümüzdeki aşklardan Hz. Fatımalar ve Hz. Aliler doğmuyor.
Kimse sevdiğine kurban olmuyor.
Sevdiğini kendine kurban sanıyor.