İhtilâfın tarihi insanlık tarihi kadar eski. İnsanın olduğu yerde ihtilâf da vardır. Dinler tarihi, mezhepler tarihi, felsefe tarihi, tefsir tarihi, kelam tarihi biraz da yanlış anlamalar, yani ihtilâflar tarihidir. İhtilâflar genellikle dinî veya felsefi metinleri yorum tarzından, yorum farkından doğarlar. Hakikat (metinler) bir ve tek. O hakikate muhatap olan zihinler ise binlerce. Hakikat mutlak, sınırsız ve kuşatılamaz bir bütünlük arz etmekte. Ancak onu anlamaya, kavramaya çalışan beşer zihni izafi, dar ve kapasiteli. İşte bütün ihtilafların, ayrılıkların ve aykırılıkların ana rahmi burası.
Bediüzzaman bu manayı ima sadedinde: “Hakikat-ı mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez” diyor. Muhammed Kutup, aynı manayı dile getiriyor: “Sınırsız olan bir şey sınırlı olan bir bakışla kuşatılmaz ve kavranılmaz.”
Hakikat gibi onun bir tezahürü olan dini metinler de bir ve tek. Fakat o metinlerin ardında saklı duran eskilerin “makasıd” veya “mantuk” dediği şey her okuyanın, her teveccüh edenin usulüne, bakışına, kabiliyetine ve düşünüşüne göre ayrı bir biçim, ayrı bir hüviyet alabiliyor.
Göreceli olan insan zihni, mutlak olan hakikate yaklaşırken, anlayabilmek için onu kendileştirir ve kendine benzetir. Yani mutlak, insan zihninin menşurundan geçerken izafileşir ve dahi beşerileşir. Bu soyut ifadeleri birkaç örnekle biraz somutlaştırmaya çalışalım.
İnsan eylemlerinde özgür müdür? Mutezile, Kur’an ve sahih Sünnet’ten hareketle, insanın eylemlerinde kesinlikle özgür olduğunu aksi halde ilahi sınavın bir manasının kalmayacağını söylerken; cebriye, insanın eylemlerinde kesinlikle özgür olmadığını aksi takdirde Allah’ın yaratıcılığının ve kaderin bir manasının olmadığını iddia eder. Ehl-i Sünnet olan Eş’ari ve Maturidi, daha vasat bir yol takip ederek insanın eylemlerinde hem özgür olduğunu hem de olmadığını söyler.
Müminler ahirette Allah’ı görecek mi? Mutezile, Kur’an ve sahih Sünnet’ten hareketle, ahirette hiç kimsenin kesinlikle Allah’ı görmeyeceğini, göremeyeceğini aksi halde Allah’a mekan izafe edilmiş olacağını söylerken; Ehl-i Sünnet yine aynı kaynaklardan hareketle, mü’minlerin ahirette kesinlikle Allah’ı göreceklerini ve bunun cennetin ötesinde büyük bir lütuf olduğunu iddia eder.
Kur’an mahluk mudur? Mutezile, Kur’an ve sahih Sünnet’ten hareketle, Kur’an’ın kesinlikle mahluk olduğunu aksi halde Allah dışındaki bazı varlıklara ezeliyet verilerek şirkin âlasının koşulacağını savunurken; Eş’ari, yine aynı Kur’an ve sahih sünnet’ten hareketle Allah’ın kelamına mahluk demenin bir kelimeyle küfür olduğunu iddia eder. Maturidi, daha esnek bir yol izleyerek “lafzı mahluk, manası kadim” formülüyle iki ucu barıştırmaya çalışır.
Kur’an’da yer alan cennet ve cehennem tasvirleri hakiki mi, mecazi mi? Klasik ulema, Kur’an ve sahih Sünnet’ten hareketle, Kur’an da yer alan bütün ahiret tasvirlerinin gerçek olduğunu aksi halde Kur’an mesajının hiçbir manasının kalmayacağını söylerken; yine aynı kaynaktan hareketle, başta Müslüman filozoflar, bazı mutasavvıflar, Seyyid Ahmed Han, Muhammed Ali Lahori ve Muhammed Esed gibi bazı çağdaş düşünürlere göre ise; Kur’andaki cennet ve cehennem sahnelerinin büyük bir bölümü ”mecazi, manevi, metaforik” karakterli.
İslam ile demokrasi uzlaşır mı? Kur’an ve sahih sünnet’ten hareketle, Seyyid Kutup, Mevdudi ve En-Nebhani gibi bazı meşhur simaların da içinde bulunduğu bir anlayışa göre; İslam ile demokrasi hak ile batıl kadar uzak birbirine, hatta demokrasi tek kelimeyle “câhili bir sistem.” Yine aynı kaynaktan hareketle Fazlulrahman, Seyyid Hüseyin Nasr ve Abdülkerim Suruş gibi bazı aydınların da içerisinde yer aldığı bir başka anlayışa göre İslam’ın ruhuna en yakın yönetim biçimi demokrasi.
Şefaat, recm, nesh, tevessül, nuzül-u İsa (as), kabir hayatı, ruh, imamet, fenay-ı nar (cehennemin sonluluğu), mehdi, kıyamet alametleri, rec’â, bed’â, Kur’an kıssalarının tarihsel gerçekliği, tarihsellik… gibi daha onlarca örnek verilebilir.
Bütün bu yorum farklılıklarında üzerinde en çok durulması gereken anahtar kavram “hareketle” kelimesidir. Bu ameliye, beşeri bir unsuru veya müdahaleyi mündemiçtir çünkü. Bütün mezhepler, meslekler ve meşrepler “Kur’an ve sahih Sünnet’ten hareketle” görüşlerini rasyonalize etmeye (mâkul hale getirme) veya temellendirmeye çalışırlar. Kur’an’a ve sahih Sünnete giderken sorun yok, asıl sorun dönerken, yani geri dönüşlerde. Gidilen yer aynı fakat dönülen yer farklı. Üstelik her gurubun Kur’an telakkisi ve sahih sünnet anlayışı aynı değil.
Bazı ‘müfrit’ âlimlerin itiraf ettiği üzere İslam düşünce tarihinde, “Allah tasavvuru” dâhil, üzerinde tam anlamıyla ittifak edilen, icma edilen bir mevzu yok. Öyle ki “icma”nın tarifinde bile icma yok.” “Durum neden böyle?” sorusunun cevabı, ilahi bir sır olarak kalmaya devam edecek gibi. Kısacası, her şey bir dil meselesi, bir yorum meselesi.