Doğru bildiğimiz Yanlışlar ve Eksik bildiğimiz Doğrular (2)
Önceki yazımızda şöyle demiştik: “Çoğu zihinde dolaşan, doğru bilinen yanlışlardan birisi de şudur ki: Bilim/sellik’in; ‘araştırma ve bilgi’ işi; İslâm’ın ise bir ‘önkabül ve inanç ve teslimiyet’ işi olduğu söylenir. Klişe bir söz olarak: ‘Bilim’de, araştırma ve sorgulamanın esas olduğu; fakat ‘din’de, sorgulama ve soru sormanın; küfür ve dinden çıkma ve inancını kaybetme olduğu, iddia edilir.” Buradan devam ediyoruz.
Bizim “iman” dediğimiz şey zaten; ciddi araştırma ve sorgulamalardan sonra, vardığımız bir sonuç. Fakat, burada; anne – babadan tevarüs ve takliden veya konunun uzman ve otoritesi bildikleri kişilere duydukları güven ve emniyetle; müslüman olanlar (ve müslüman kalanlar), konumuz dışı.
Onlar; girdikleri sınavda, kopye çekerek doğru şıkkı işaretleyip; fakat problemin çözümünü bilmeyen ve ‘neden bu şık doğru’ diye araştırmamış, bunu çalışmamış ama sınıf geçme ihtimâli olan, ‘tembel’ veya ‘konuya ilgisiz’ öğrencilere benzetilebilir.
Fakat burada, konuyu çalışmamanın tek nedeni; ‘tembellik’ veya konuya ‘önem vermemek’ olmayabilir. Çünkü: Her insanın yaratılışı ve buna bağlı olarak, kabiliyet ve kapasitesi ve buna bağlı olarak, eğilimi ve değer / önem verdiği şeyler ve buna bağlı olarak, kendisine cazip ve kolay / zor gelen konular farklıdır. Buna bir de; kişinin, içine doğduğu “aile, kültür, coğrafya” gibi imkân/sızlıkları da eklersek; bu davranışın, bir – iki nedenle açıklanamayacağı görülür.
Tamam, insan, “rüzgârda savrulan yaprak” gibi; “iradesiz” bir varlık değil. Yani: İradesi dışında, başına gelen olay ve maruz kaldığı şeylerin “etki”sine; o insanın, iradesiyle verdiği “tepki” de önemli ve o kadar belirleyici. Ama çoğumuz; geçmişimizin bir noktasında, irademizle aldığımız bir karar neticesi; irademizi kullanmamayı ve konfor alanlarımızdan ayrılmamayı seçeriz. Aldığımız bu karar neticesi; bir davranışı otomatikleştirdiğimiz zaman; (Meselâ, yatağın hep aynı tarafından kalkmak gibi. Buna benzer şekilde; hergün, hep aynı rutin ve alışkanlıkları, devam ettirmek gibi.); her gün yaptığımız o davranışlar için, yapmaya başlamadan önce, her defasında tekrar tekrar kararlar almayız. Meselâ: “Hergün olduğu gibi, bugün de, yatağın gene aynı tarafından kalkayım” demeyiz. Bu konuda, geçmişte aldığımız bir kararı, gayri iradî devam ettiririz sadece. Yani: Geçmiş irademiz, gelecekteki irademizi yönlendirir.
Konumuza dönersek; insan fıtratında, El Esma-ül Hüsnâ’dan her ismin; her insanda, yeşerip – çiçek açacak; tecelli ve tezahür edecek, münbit zemin ve toprağı bulacağını düşünemeyiz. Yani her insandan; mütefekkir veya felsefeci, alim veya bilimadamı olmasını beklemek veya her insanın, cesur veya cömert olmasını beklemek; o insana da zulüm olur, ‘insan’ı tanımamak olur.
Sonuçta, herkes her konuda uzman olamaz. Buna insanın, ne kapasitesi ve kapasitesi yetse bile, ne de ömrü yeter. Yani her insanın fıtratı ve buna bağlı olarak, merak ve yöneldiği; yapmaktan hoşlanıp, kendisine kolay gelen, iş ve ameller farklıdır.
İşte tüm bu sebeplerden; herkes her konu ve mesleği öğren(e)mediğinden; ihtisaslaşmaya gider ve işbölümü yaparız. Bu işbölümü mecburiyetinden; sosyâlleşerek, birarada yaşamak ve birbirimize güvenmek zorunda kalırız.
Bunun sonucu olarak; ‘doktor, mühendis, fırıncı’ gibi meslekten insanlara, muhtaç ve bağımlı yaşar ve onların ihtisaslarına güvenir ve onlardan alışveriş yaparız. Onların yaptıkları işleri sorgulamak için veya: “Duvarda asılı diplomasına güvenipte, körükörüne ben niye onların dediğini yapacağım ya! Benim akıl – fikrim yok mu!?” deyipte; gidip 5 – 6 yıl üniversite okuyup, ‘doktor, mühendis’ olmaya çalışmayız! Veya fırıncılığı öğrenip, gidip, fırın açmayız! Yani uzmanlık alanlarında; insanların, iş ve sözlerine güvenir ve tâbi oluruz.
Buradan geleceğimiz nokta: Uzmanı olmadığımız konularda, konunun uzmanı birilerini araştırıp, seçmek ve seçtikten sonra da; her sözlerine: “Acaba söyledikleri doğru mu? Yanılıyor veya yalan söylüyor olabilirler mi?” refleksiyle, parayonakça bir sorgu ve araştırmaya girmek, sağlıklı bir düşünce değil. Demek ki: Sözlerine güvenip, uyacağımız ve sorgusuz kabul edeceğimiz uzman ve âlimleri seçerken; başlangıçta ‘şüphe ve araştırma ve tahkik’, “esas”; seçtikten sonra da (eğer şüphe etmemizi gerektirecek haklı bir gerekçemiz yoksa) ‘itimat ve itaât ve taklit’, “esas” olmalı.
Demek: İttiba ettiğimiz din ve/veya mezhebin ve itimat edip, güvendiğimiz ve sözlerine uyduğumuz Peygamber ve/veya imamın; söylediği her söz ve yaptığı her davranış ve her emir ve tavsiyelerinin; hangi delil ve/veya âyet – hadise dayandığını sormamız ve öğrenmemiz gerekmiyor. Zaten hepsini öğrenmeye ve bu öğrendiklerimizin de, doğruluk ve dayandığı delilleri aramaya kalksak; bir Peygamber ve/veya mezhep imamı kadar, bilgi ve dereceye çıkmamız gerekir.
Elhasıl: “Kimseyi, körükörüne taklid edip, uymayacağım! Her sözü tahkik edip, delil ve ispat isteyeceğim!” düşüncesi, sağlıklı bir ruh hâlinden kaynaklanmama ihtimâli yüksek! Fakat burada, diğer uca savrulupta: “Herkesin dediğine, körükörüne inanacağım; sorgusuz – suâlsiz uyacağım!” demek de, doğru değil. Demek istediğim: Her konuda olduğu gibi, “taklid – tahkik” konusunda da; ifrat ve tefrite kaçmadan, herkes, kendi fıtratına özel, kendi vasat ve denge noktasını bulmalı.
Güya bir muhakkik gibi, ‘mütefekkirâne’ ve ‘taklidden, tahkike geçme’ olarak, güzel birşey yapıyorum zannedilen; bu, her söze – kişiye – davranışa, şüpheyle yaklaşma; aslında, insanlara ‘su-i zan ve güvenmeme’ gibi; negatif his ve olumsuz düşüncelerden kaynaklanabilir.
‘Nötr’ anlamında, insanları sevmeme; hattâ insanları sevmemeyi geçtik, ‘negatif’ alana geçerek, insanlardan nefret etme ve bununla bağlantılı olarak; onların, iyi his ve niyetlerinden şüphe etmekten kaynaklanabilir.
İnsanlar hakkında, devamlı olarak; ‘Yalan söylüyor veya yanılıyor olabilirler’ gibi, gerçekleşmesi çok düşük olasılıklara göre, politika belirleme; yani insanlarda, sürekli bir ‘hata ve sürçme, menfaâtçilik ve artniyet’ arama gibi; bir bataklıktan kaynaklanan, vesvese ve evhamların sürükleyip – motive ettiği; yani paranoid ve obsesif sebeplerden kaynaklanan, bir sorgulamaya; “mütefekkirâne düşünme ve tahkik” gibi güzel isimler vererek, kendimizi kandırıyor olabiliriz!
Temel neden ve motivasyonu, sağlıklı bir düşünce ve ruh hâlinden kaynaklanmayan, bu tip okuma ve araştırma, sorgulama ve tahkik biçiminin; o insanı, daha kaliteli bir “insan” ve daha dindar bir “müslüman” olmasına hizmet etmeyeceği, aşikâr!
Yanlış düşünce ve / veya evhamlı hislerle yapılan, bu çeşit araştırma ve okumaların zararlarından birisi: Böyle kişilerin, “ilim – amel” denkleminin, ters orantılı olarak işlemeye başlamasıdır! Yani bu kişinin ilmi artarken; bununla ters orantılı olarak, amelleri azalmaya başlar! Benim buradan çıkarttığım sonuç: “Her taklid ve sor(g)usuz teslim ve itaât” ‘kötü’ değildir ve “her soru ve tahkik ve araştırma” da, ‘iyi’ değildir.
Bunun gibi, ‘arızalı’ nedenlerden kaynaklanan, araştırma ve sorgulamalarda, düşülen varta ve tuzaklardan birisi de şu: Gözümüz önünde aşikâr olup, doğruluğundan emin olduğumuz şeylerde bile, “tahkik”in alışkanlık hâline gelmesi; o emin olduğumuz şeyden bile, şüphelenmemize neden oluyor. Gerçeklik ve doğruluğundan en emin olduğumuz şeyler hakkında, vesvese ve evhamların doğmasına neden oluyor. Bu evham da; yeni şüphe ve tahkik ve araştırmalara, kapı açıyor. İlerleyen süreçte, olay; neden ve sonucun yer değiştirdiği ve birbirini beslediği, bir kısır döngüye giriyor!
Devamlı tekrar ve temrinlerle, insanda, alışkanlık ve karakter hâlini alan bu huy; devamlı çalıştırmayla, insanda, güçlenen bu “vehim kası;” insan ruhunda bulunan, diğer, “kesinlik ve emniyet” gibi, kas ve hislerin, aşınma ve zayıflamasına sebep olur.
Belli bir aşamadan sonra, ‘zekâ’nın bastığı zemin kayganlaşmaya başlar! İlerleyen süreçte; ayağını basıp, düşünceyi bina edeceği, sağlam bir zemin bulmakta güçlük çeker. Yaşanan, tam bir boşluk hissidir!
Doğruluğu alenî olup, emin olduğumuz şeylerde bile, “sorgu ve tahkikin alışkanlık hâline gelmesinin; “evham ve şüphe”ye kapı açmasının nedeni şudur: Çünkü; manevî duyu ve hislerimizden olan, “zekâ” (“akıl” değil) ve soyut letaif ve kuvvelerimizden olan, “düşünme / düşünce”; vehmî ve farazî bile olsa, hattâ aksi imkânsız ve muhâl bile olsa; düşündüğü herşeyin, aksine de ihtimâl verip, “mümkün” görür ve “olabilirlik” değeri yükler ki; o şey hakkında düşünce ve farazî spekülâsyonlar üretebilsin.
Yani, burada “zekâ”nın işlevi: Hiçbir aklî neden ve rasyonel ihtimâl olmasa bile, hattâ aksi muhâl ve mümteni’ bile olsa; ihtimal ve olasılıkları çoğaltmaktır ki; bu farazi olasılıklar üzerinden, fikrî spekülâsyon ve düşünce deneyleri yapabilsin.
Buradaki tuzak şu: Zekâ; “doğru ve gerçek” olduğunu bildiği şeylerin, yanlış olması ve yanılıyor olma ihtimali güya % 50’ymiş gibi; görünen, en alenî şeylerde bile, içinde doğan her vehim ve soruyu ciddiye alıp; o soruyu içinde tekrar ede ede, farazî imkân ve ihtimâllerle, vehim kaynaklı o soruyu besleyip – büyütürek, oradan bir “şüphe” inşa eder! Yani: Zihinde serbestçe uçuşan “soru”lar; kalbe girerse eğer, “şüphe”ye inkılâp ederek, “şek” ve “şüphe” ismini alır.
Tamam; doğru olduğunu bildiği ve gerçek olduğuna inandığı varlık ve bilgilerin, yanlış olma ihtimali gerçekten % 50 olsa; mantık ve metod olarak, zekânın burada, ortada ve iki ihtimale eşit uzaklıkta durması anlamında, “tarafsız ve objektif” olması, doğrudur.
Fakat, meselâ; içinde yaşadığımız bu dünya ve gerçekliğin, “gerçek” olmayıp, bir nevi “rü’ya” olduğuna ihtimâl vermemiz ve şüphelenmemiz ve bunu sorgulamaya karar vermemiz için; en küçük bir aklî veya gözlemsel bir delil ve hattâ karine yokken; tutupta bu faraziyeyi % 50 ihtimâlle mümkün görmek; yani bu iki fikri aynı geçerlilik ve olasılık ve kuvvette görerek; “yaşadığımız bu hayat ve varlığın, sahte ve hayalî bir rü’ya olduğu” fikrine; bu iki ihtimâl sanki eşitmiş gibi, ortalarında durarak veya dış ve eşit mesafeden bakarak, “tarafsız ve objektif” bakmak, doğru değildir!
Burada, mantık ve metod olarak durulması gereken nokta: Bu hayat ve gerçekliğin, “gerçek olduğu ve rü’ya olmadığı”ndan taraf olmak ve bu taraftan, konuyu irdelemektir. Yani: Bunun aksi de, % 50 ihtimâlle doğru olabilirmiş gibi; olma olasılıkları sanki eşitmiş gibi; bu iki zıt fikre, eşit mesafede ve tarafsız olarak bakmamaktır. Yani ortadan ve objektif bakarak, bu yanlış bakışla; buradan, bir vehim ve şüphe üretmek ve gerçeklik hakkında, yakinimizi zayıflatmak, doğru değil.
Çünkü: Temel ve kolon – kirişleri sağlam bir bina, nasıl ki, ufacık bir rüzgârla, sarsılmaz ve esnemez; bunun gibi, “gerçeklik” hakkındaki bilgimiz de; ufacık bir vehim ve şüphenin üflemesiyle, sarsılmaz.
Ayrıca: Birşeyin, gerçek ve doğru olduğunu görüyor ve bunu delillendirip – ispatlayabiliyorsak; üstelik, aksini düşündürecek, hiçbir mantıkî neden ve aklî gerekçe ve gözlemsel sebepte yokken; gene de, bundan şek ve şüpheye düşüp; yaşadığımız bu gerçekliğin, “gerçek” olmadığına dair, delil – ispat aramaya kalkışmanın, gereği yok. Yani, haklı ve ma’kûl bir şüphe değil bu.
Çünkü: Meselâ, dünyanın yuvarlak (geoid) olduğuna dair, elde 100 delil varken; bu 100 delili yok sayarak, yuvarlak olmadığına delil aramanın, alemi yok! Diğer sorunları çözdük, vaktimiz bol; ille de yuvarlak olmadığına delil arayacaksak; önce, o 100 delili çürütmek veya zayıflatmak gerekiyor çünkü.
Tamam, düşünce ve hayâlin, iradeden bağımsız bir yönü var; bu çeşit düşünce ve zanlar akla gelebilir ve gelir. Ama akla gelen her düşünce ve ihtimâli, % 50 olasılıkla mümkün görerek; buradan “aklî bir gerekçe” ve “kalbî bir şüphe” ve “zan” üretmeye çalışmak; buradan, “kesinlik ve eminlik” hissimizi aşındırmak ve yakinimizi zayıflatmak, doğru değil.
Çünkü: Yukarıda dediğimiz gibi; dünyanın yuvarlak (kürevî ve geoid) olduğuna, elde onlarca delil varken; bu delilleri yoksayıp da; sanki, dünyanın yuvarlak olmama ihtimâli de, (paranın yazı – tura gelme ihtimâli gibi) % 50’ymiş gibi; bu eldeki dellillerden “taraf” olmayıp; bu aksi ihtimâle de “tarafsız ve objektif” bakarak; buradan, dünyanın yuvarlak olmadığına, ma’kûl bir gerekçe ve delil, aklî bir neden ve ihtimâl aramaya kalkışmak; düşünmenin mantığına ve mantıklı düşünmeye aykırı!
Yani burada “düşünce”yi, “dil”in tuzağına düşürmeyelim. Çünkü: Dünyanın “yuvarlak olması” ve “yuvarlak olmaması” gibi iki ihtimâl olması demek; bu iki ihtimâlin, gerçekleşme olasılıklarının, paranın yazı – tura gelmesi gibi, % 50 – % 50 eşit imkânda olması demek değildir!
Eğer böyle, her “mümkün”ü, vâki veya olabilir ve her “muhâl”i, mümkün ve eşit olasılıkta görürsek; şu an deprem olabilir ihtimâliyle, hep titrememiz ve hiç evlere girmememiz gerekir!
Kaldı ki bu “dünya hayatı”nın gerçeklik derecesi, ahiretteki uyanışımıza ve ahiret âlemine nisbetle, “uyku ve rü’ya” gibi ve “gölge” derecesinde bir vücudî zayıflıkta olup; dünyanın, bu rü’yamsı, zayıf vücud mertebesini; ahirete gitmeden, anlamamız ve algılamamız da mümkün değil.
Varlık ve vücud olarak, “gölgemsi” bir zayıflıkta olan, bu “gerçeklik”in içinde yaşadığımız için; bize göre çok “gerçek” ve bizim gerçeğimiz olan bu “varlık”; ahirete gitmiş olanlara veya ahiret âleminin sakinlerine veya bu dünyadayken, gaybî âlemlere seyahât edebilenlere göre; çok sahte ve sanal, hayalî ve imajinatiftir. Her iki âlemi görenler için, bu kıyas mümkün yani. Yaşadığı bu dünyadan, çok daha “gerçek”; rü’ya ve canlı, parlak renkler görmüş olanlar, bu dediğimi daha iyi anlar.
Konumuz bu değildi, buraya nasıl geldik bilmiyorum; fakat burada, kendimde ve başkalarında gördüklerimi anlatıyorum. Hem zaten bu yazdıklarım, benim “seyr-ü sülûkum”; fikrî seyahâtimde, karşılaştığım ve yolda bulduğum şeyler yani. Zaten, geçtiğim yerleri unutmamak, düşüncelerimi bağlamak ve kendimi, dışarıdan görmek (kendime ayna tutmak) için yazıyorum bunları. Yani, başkalarından önce, kendim için yazıyorum.
Toparlarsak; “taklid – tahkik” konusunda, “mutlakçı” ve “siyah – beyaz” gibi, “tek doğru – yanlışçı” olmama konusunda, yaptığımız bu açıklama gerekliydi.
Haftaya devam edelim inşâallah.