Cengiz Aytmatov'un Gün Olur Asra Bedel'inde geçiyordu yanlış hatırlamıyorsam: Bir dostlarının cenazesi için toplanan müslüman ahali, önce içip içip sarhoş oluyor, sonra da 'nasıl yapılacağını tam hatırlayamadıkları' cenaze namazını kılıyorlardı. Sovyet devriminin Ortaasya'daki müslüman halkların imanları/amelleri üzerinde nasıl bir tahribatta bulunduğunu gösteren acıklı bir misaldi bu. Şimdi, kimi AK Partili belediyelerin 'heykel/büst yapma merakı'na dair kulağımıza çalınan şeyler olunca, misal tekrar hatırıma geldi. Öyle ya. Sovyet devrimi başarılı oldu da Kemalist devrim başarısızlıkla mı sonuçlandı? Asla. Onun da unutturmayı başardığı birçok kimlik öğemiz var. İşte bunlardan birisinin izleri de bu tezahür üzerinden anlaşılıyor. Artık dindar hükümetlerin belediyeleri dahi büyüklerini büstlerini dikerek anıyorlar.
Eh, herkesin sarhoşken durduğu bir namazı var, onlarınki öyle, bizimki böyle. Halbuki ondört yüzyılı aşan İslam tarihine baktığımızda, şu son talihsiz yüzyıla kadar, müslümanların atalarını bu şekilde anmadıklarını görürsünüz. Hatta bu yola tevessülü bir çeşit 'cahiliyeye dönme' gibi algılarlar. Kınarlar. Ya nasıl anarlar peki? Hayratla. Anlamla. Hasenat doğuracak eserlerle. En kolayı mesela çeşme yaptırmaktır. En büyüğü arz yüzüne cami-medrese-şifahane kondurmaktır.
Küçüklüğümde, ihtiyarlık çağına ermiş büyüklerimizin, tıpkı kefen parası saklar gibi, bu tarz bir hayra sarfedilecek paraları biriktirdiklerini hatırlarım. Amaç? Amaç ölümle dahi durmamak. Hasenat defterlerini zayıflatmamak. Kullar arasında övgüyle yâdedilmek değil, yanlış anlaşılmasın, Allah'ın katında hayırla anılmak. Arkasından dua yollanmak. İnsanlara ölümden sonra bile faydalı olabilmek. Onların amacı o. Ufku o. Derinliği o.
Bizim de çapımız bu. Dikiyoruz taşı. Döküyoruz betonu. Kaplıyoruz kalayı. Oh. En üretimsiz üretim. Hiçbirşey yapmadan birşey yaptığını sanma. Sûreten vücudî görünen ademîlikler! Sözgelimi: O heykellerin yerinde bir ağacınız olsa, maşaallah, gölgesinde dinlenen olur. Yemişinden yiyen olur. Manzarasından şenlenen olur. Ne bileyim, bir kuş sığınır da yuva yapar belki, yavrularının sesinden kabrinize eğlencelik olur. Bu taştan adamların gölgesine sığınmak da mümkün olmuyor. Tek hünerleri hünersizlik. Öyle size bakıyorlar. Siz de onlara bakıyorsunuz. İçinizden bir Fatiha okumak bile geçmiyor. Heykelin önünde Fatiha okunmaz ki. Lakin Ertuğrul Gazi büstü yerine çeşmesini görseydiniz, bir tas içseydiniz, hediyesini gönderecektiniz. Hem zaten o güzel eserlere hep böyle yazarlar: "(...) hayratıdır. Ruhuna el-Fatiha."
Bu faydasız taşların karşısında ruhuna Fatiha okunansa biziz. Bizim İslamlığımız. Kimliğimiz. Geleneğimiz. Ki, Avukat Hulusi Bitlisî Aktürk'ün aktardığına göre, Mustafa Kemal'le arasında geçen bir diyalogda, Bediüzzaman da heykeller hakkındaki fikrini kendisine şöyle beyan etmiştir: “Büyük Kur’ân’ımızın bütün hücumu heykelleredir. Müslümanların heykelleri ise hastahaneler, mektepler, mabetler, yollar gibi abideler olmalıdır.” Daha sonraki dönemde telif ettiği bir eserinde de şunları söyler: "Sanemperestliği şiddetle Kur'ân men ettiği gibi sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise suretleri kendi mehâsininden sayıp Kur'ân'a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli-gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder."
"Bu zamanda da heykele düşman olunur mu canım?" deyu hoplamayın lütfen. Mürşidim çok derin birşey söylüyor. Bakınız, düşman işgalinden veya zalimlerin zulmünden kurtulan her halk, önce gidip heykellerine saldırıyor. Hatta büyük bir değişim geçirmiş toplumlar dahi evvela önceki dönemden kalan böyle birikintilerin canına kastediyorlar. Hikmetsiz değil. Onlar bu taşlaşmış sûretlerin birşeylerin 'hatırlatıcısı' olduğunu biliyorlar. Sen Kırım Türklerinin gözünde Stalin heykeli ne anlatır anlamıyorsun. Halepçe katliamını görmüş bir Kürde Saddam Heykeli ne söyler bilmiyorsun. Sürgüne düşmüş bir Halepliye Esed heykelinin önünden geçmek nasıl koyuyor görmüyorsun. Ama yaşayanlar gayet iyi biliyorlar. Hatta ırkçılık karşıtı gösteriler de dahi ilk önce heykellere saldırıyorlar. İngiltere'de yaşandı nitekim. Yani, âdeta, hayırla yaşamak isteyenler heykellerden kaçıyorlar, zulmünü yaşatmak isteyenler heykele koşuyorlar.
Arkadaşım, bu heykellerin tamamı 'dünyevî anlamların dondurucusu'dur. Bizse dünyevî olana kanmamak üzerine imanlıyız. İmanımız gereğince gözümüzü 'mana-i ismî'den çekip 'mana-i harfî'ye vermişiz. Şeyleri, bizzat kendileri için değil, götürdükleri hayır için sevmişiz. Hem büyüklerimiz de asla kendilerini bize 'asıl' olarak öğretmemişler. Evet. Sen 'Levlake levlak' sırrının sahibi Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın heykelini yaptırdığını gördün mü? Aksine, emr-i nebevîsi, böyle teşebbüslerin şiddetle boşa çıkarılması yönündedir. Çünkü bu dünyayı asletmemenin bir bedeli vardır.
Eserlerimiz üzerinden de bir okunurluğu vardır. Sanatın da bir takvası vardır. Biz de bu bedeli onu 'faydalı soyut' tutarak öderiz. Hatta bazı sanat ehli derler ki: "Müslümanların sûrete küskünlüğü onlarda soyut sanatların Batı'dan çok daha önce doğmasını sağlamıştır." Ben bundan ilerisini söyleyeyim: Bugün İslam toprağı dediğimiz her yere çil çil serpilmiş hayratın en büyük membaı işte bu esastır. Çin'den tutun ta Afrika'nın ücra köşelerine kadar, faydalı şeylerle sergengeçtiler gibi koşturan bu mübarek hayır ordusu, 'sûretlere tapmayanların' ve 'sûretleriyle kalmayanların' ordusudur. Yoksa şimdi su içtiğin her mübarek çeşmenin yerinde bir Yezit'in heykelini görecektin. O zaman bakalım kimden su isteyecektin?