Hidayet Kelam ilminde olduğu kadar Tasavvuf literatüründe de önemli bir yere sahiptir. Bütün İslam bilginleri hidayetin ilâhi kaynaklı olduğunu kabul ederler. Hidayet Allah’tandır. Ancak hidayetin sebeplerine sarılmak ve bunun için irademizi kullanmamız gerekir. Hiçbir çaba ve gayret sarf etmeden tembel bir şekilde oturmakla hidayete ermek mümkün değildir. Zira Saadettin-i Taftazani’ye göre “İman, kulun iradesini kullandıktan sonra Allah'ın kalbine ihsan ettiği bir nurdur.” Bu nur vicdanı ve aklı aydınlatır, eşyanın hakikatini gösterir. Bilindiği gibi rızık da şifa da Allah’tandır; ancak insan çalışmadan rızkın ve şifanın sebeplerine sarılmadan rızkı kazanmak ve hastalıklardan şifa bulması zordur; hatta imkânsızdır denebilir.
Allah insanı hür olarak yaratmıştır. Dilerse imanı dilerse küfrü tercih eder. (Kehf, 18:29) Allah da onun tercihine göre ona muamelede bulur. İradesi ile küfrü tercih eden, kendi hevasını ilah kabul etmiş, zalim ve fasık birisini Allah hidayete erdirmez. (Tövbe, 9:24; Câsiye, 45:23) Hidayetin sebebi Kur’ân ve peygamberdir; (Bakara, 2:185) ama bu konuda peygamberin de bir rolü ve etkisi olmaz. Nitekim İmam Maturudî “Allah kâfirlerin zulüm ve küfrü ihtiyar ettiklerini ve tövbe etmeyeceklerini bildiği için onları hidayete erdirmemiştir” demektedir. (İmam Maturudî, Te’vilâtu’l-Kur’ân, vr. 781a) Küfür nurun zıddı olup, zulüm ve şirk küfür zulmetinin meyvesidir. (Maturudi, Te’vilâtu’l-Kur’ân, vr. 213a)
Hidayetin sebeplerini birkaç maddede ele alabiliriz. Birincisi, akıl ve akla kapı açan temel bilgiler… İkincisi, Vahiy ve peygamber yoluyla yapılan davet… Üçüncüsü, hidayetin sebebi olan hak ve hakikati öğrenmeye yönelen kimseye Allah'ın lütfettiği tevfik… Dördüncüsü, hak ve hidayetin sonucu olan, peygamberlerin verdiği cennet ve saadet-i ebediye müjdesi.
İslam bilginlerine göre aklını kullanmayan ve tefekkürü terk eden kimseler bunun sonucu olarak hidayetten mahrum kalmakla cezalandırılırlar. Bu nedenle yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde akla ve tefekküre çok büyük önem vermiştir. İnanmayanları “sağır, kör ve akılsız” olarak niteler. (Bakara, 2:171) Allah akıllarını kullansınlar diye enfüste ve afaktaki delilleri beyan edip ortaya koymaktadır. (Bakara, 2:242; Fussılet, 41:53) İnsan eşyaya hikmetle bakmayı ve tefekkürü terk ederse peygamberi yalanlayarak hidayetten mahrum kalır.
İnsanın hidayetine engel olan hususları da şöyle sıralayabiliriz:
1. Aklın cerbeze ile batılı hak, hakkı batıl olarak algılaması: Cerbeze, batılı hak, hakkı da batıl olarak gösterecek zekaya malik olanların aldatmasına kapılanlar sonuçta hidayetten mahrum kalırlar. Batıl mezheplerin ve küfür ehlinin çok zeki ve akıllı bilginleri de vardır. Her batıl mezhep bir hak noktaya dayanarak devam eder. O hak nokta öne çıkarılarak diğer hususlar cerbeze ile aklı kabule zorlar. Bu durumda da insan hak ve hidayetten mahrum kalır.
2. Tassup ve Taklitçilik: Peşin hüküm ve sabit fikir de insanı hak ve hidayetten merhum eder. Taassup aklî eylem ve zorunluluk sonucu oluşmayan ve herhangi bir aklî faaliyet gerektirmeyen fikirler ve düşüncelerdir. Taklit yoluyla kabul edilirler. Peygamberlere karşı çıkanların genel olarak ileri sürdükleri gerekçeler “biz atalarımızın yolundan gidiyoruz” “Sizin bize anlatmak istediğiniz şeyleri anlamıyoruz” gibi ifadelerdir. Bu da aklı kullanmamak, cehalete kanaat, öğrenmek istememek ve hakikati kabule yanaşmamaktır. Bu durum da insanı hak ve hidayetten mahrum bırakır.
3. Cehalet: Bilgisizlik tam olarak cehalet anlamına gelmez. Bilmeyen öğrenmenin değerini bilir ve öğrenmeye çalışır. Zaman içinde cehaletten kurtulur. Gerçek cehalet ise bilmemek değil, yanlış bilmektir. Yanlışı doğru olarak bilen ve savunan insana doğruyu anlatmak mümkün değildir. Cehalet, hakikati görmemek ve tanımamak olduğu için Kur’ân-ı Kerim “körlük” olarak ifade etmektedir. “dünyada kör olan kimse ahrette de kör olacağını” (İsra, 17:72) haber verir.
4. Heva ve Havese Uyma: Heva, kişinin aklını ve kendini beğenmesi, aklı ve yaptıkları ile övünmesi, amelini hoş ve değerli görmesidir. Bu ise insanı haktan yüz çevirmeye, kendi görüşünde inat etmeye ve kendini beğenmeye götürür. Bu durum da kişiyi hak ve hidayetten mahrum eder.
Kalbin hidayetten mahrum olması sonucu kalpte “zeyğ” (Âl-i İmran, 3:7) yani, kalbin bile bile haktan yüz çevirmesi, “reyn” (Mutaffifin, 83:14) kalbin paslanması, sıkıntı ve günahla dolması, hayra ve hidayete yer kalmaması demektir. Kalbin paslanması peygamberimizin (sav) ifadesi ile “kalbin kararması” (Tirmizi, Tefsir, 75; Müslim, İman, 231; Tirmizi, Tefsir, 83; İbn-i Mâce, Zühd, 29) demektir. Bütün bunlar kalbin hastalanmasını netice verir. (Bakara, 2:10)
Kalbin hastalanması korkaklık, cahillik, bencillik, cimrilik ve bozgunculuk gibi ruhsal hastalıklara yakalanması demektir. Bu durumda kalb sağlıklı düşünemez, her şeye kuşkuyla yaklaşır. Bu durum şeytanın kalbe girmesine ve tesir etmesine sebep olur. Böyle bir kalb kuşkunun ve nifakın kaynağı haline gelir. Kalbin hastalanmasının alameti ise “Allah’ı ve Resulullahı aldatma çabası” (Bakara, 2:210) “dünya menfaati için hakikatten yüz çevirme” (Mâide, 5:52) “Ümitsizlik” (Enfal, 8:49) “rahatına düşkün olması” (Muhammed, 47:20) “Nefsani ve şehevânî arzular” (Ahzab, 33:32, 60) şeklinde tezahür eder. Kalbin hasta olması aklî işlevini yerine getirememesi demektir. Böylece küfür ve nifak hasta kalbin ürünüdür. Bu da hava ve hevese uymanın sonucudur.
Kalbin hidayete ermesi bir sonuç değil, bir başlangıçtır. Bundan sonra hidayeti artırma ve devam ettirme süreci başlar. İmanda ve hidayette terakki ve tekâmül ise sonsuzdur. Ancak son ana kadar iman ve hidayet üzere olmak ve Allah'ın huzuruna imanla gidebilmek için daima hidayetin sebeplerine sarılmak gerekir. Bütün bunlarla beraber “Allahım! Kalbimi iman ve hidayet üzere sabit kıl” diye dua ederek Allah’tan hidayetin devamını istemek “Allah’ı ‘Lâ ilâhe illallah’ diye zikrederek imanı yenilemek” gerekir.