Hikmet için değişik tarifler getirilmiş, farklı mânâlar verilmiş. Bunlardan birkaçı şöyle:
“İşleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak.”
“Eşyanın hakikatinden bahseden ilim.”
“Eşyada gizli ilâhî sırlar ve gayeler.”
“Amelle beraber ilim.”
“Faydalı ilim ve salih amel.”
“İnsandaki akıl kuvvesinin istikamet üzere ve aşırılıklardan uzak olma mertebesi.”
Bunlar içerisinde en yaygını “sır, gaye, fayda” mânâsı. “Bu işin hikmeti nedir?” denildiği zaman, ”Bundan maksat nedir? Bilemediğimiz ne gibi gizli sırlar taşıyor?” mânâsı akla gelir. O hâlde, bir iş yapılacak ve ondan bir fayda hâsıl olacaktır ki hikmet tahakkuk etsin.
Bu düşünce bizi hikmetin, “amelle beraber ilim” tarifine götürür. İslâm âlimleri, yalnız başına ilmi, hikmet kabul etmezler. İlimle amel edilmesini, bu ilmin uygulama sahasına konulmasını ve faydalı sonuçlar vermesini şart koşarlar.
Eşyanın hakikatinden ve gayesinden söz ettiği için felsefeye “ilm-i hikmet” deniliyor. Ama bir felsefeci bu çalışmaları sonunda ortaya insanların tatbik edecekleri bir hayat anlayışı, bir ahlâk düzeni koymuyorsa, bu hakiki mânâsıyla hikmet değildir.
“Hikmet: ilim ve onunla ameldir. Her ikisini cem edemeyene hakim denmez.” (Elmalılı Hamdi Yazır)
İnsanın hikmet ehli olması, Rabbinin razı olduğu bir kul olmasına bağlı... O’nu razı etmedikten sonra, onun yarattığı varlıkları incelemek ve bunların insanlara faydalarını araştırıp ortaya çıkarmak hikmet ehli olmak için kâfi değil... Kur'an’daki gizli sırları anlayan, fakat hayatına tatbik etmeyen bir insan düşünelim. Bu insan âlimdir, ama hakîm değildir. Kâinat kitabını Allah namına okumayan ve ondan bu yönüyle faydalanmayan kimselerin hâli de berikilerden farklı değil...
Hikmetin “peygamberlik” mânâsı da var. Peygamberlik müessesesi ilâhîdir. O Allah elçileri, kâinat kitabını hem okumuş hem okutmuşlar ve insanlardan, Allah’ın emriyle, birtakım vazifeler istemişlerdir. Bütün eşyanın hikmetle yaratıldığını, her birinin bir, hatta binler vazifesi bulunduğunu insanlık âlemine iyice bellettikten sonra, bütün bu mahlûkatın kendisine hizmet ettiği insanın büyük bir vazifesi olması gerektiğini, aksi hâlde bütün bu hikmetli eşyanın gayesizliğe, başıboşluğa ve hiçliğe hizmet etmiş olacağını kalplere iyice yerleştirmişlerdir. Onun için, gerçek hikmet felsefede değil nübüvvettedir. Çünkü nübüvvet mektebinde ilimle amel birlikte okutulur. Ve bu mektepte eşyanın hikmeti, doğrudan doğruya, o eşyanın yaratıcısından öğrenilir. Tahmine, faraziyeye, şahsî ve indî görüşlere gerek kalmaz.
Risale-i Nur Külliyatında eşyanın üç tane yüzü olduğundan bahsedilir: “Allah’ın esmasına ayine olan yüz”, “ahirete bakan yüz” ve “o mahlûkun kendi varlığına ve hayatına bakan yüz”
Biz hikmet denilince daha çok bu üçüncü madde üzerinde dururuz. Elmaya faydalı, dikene faydasız deriz. Birincideki hikmeti rahatlıkla okuruz, yahut okuduk zannederiz, ama ikincinin yanına yaklaşamayız.
Hikmet, her sahada olduğu gibi insanlara gerçekleri tebliğ etmekte de en büyük esastır. Hikmetsiz yapılan, yâni zaman ve zeminini bulmayan; şefkat esasına oturmayan; ilimden medet almayan ve en önemlisi, anlatılanları en ileri seviyesiyle yaşama şartından mahrum bir tebliğ netice vermez.
Kur’an-ı Kerim’in, “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle davet et.” (Nahl, 16/125) fermanı, İslâm’ın tebliğiyle vazifeli kimselerin hikmet üzere bulunmaları gerektiğini ders verir.