KUR’ÂN’IN BİZE öğrettiği en temel derslerden biri, kâinat-insan-Kur’ân, üçünün nasıl birbirine baktığı ve Allah’ın yarattığı kâinatta insanın varoluş gerçeğinin bu bütünlük içinde nasıl tamamlandığıdır. Âyetler, yedi kat ve arz ‘hak üzere’ yaratıldığı gibi insanın da ‘hak üzere’ yaratıldığını ve Kur’ân’ın ‘hak üzere’ indirildiğini bildirir bize. O halde insana düşen, ona bahşedilmiş bütün donanımları, yani fıtratını kâinatla uyum içinde ve dolayısıyla kâinatta işgören âdetullah’a ve de o kâinat içinde insan olarak ne yapması gerektiğini ona bildiren Kelâmullah’a riayetle kullanmasıdır.
Bütün hayatı kuşatan bu geniş ve derin bütünlük içinde, âlimler, birbiriyle uyumlu ‘iki şeriat’a çekerler dikkatimizi. Âlemler Rabbinin kudret sıfatının tecellisiyle kâinatta işgören ilâhî kanunlar ‘şeriat-ı fıtriye’ veya ‘tekvinî şeriat’ yahut ‘âdetullah’ veyahut ‘sünnetullah’ diye tarif edilirken; Kur’ân’la ve Resûlullah’la bize bildirilen ilâhî kanunlar, bildiğimiz ‘şeriat’ olarak ‘tedvinî şeriat’ veya ‘kelâm sıfatından gelen şeriat’ diye de isimlendirilirler. İsimlendirmeler farklı da olsa neticede mutabık kalınan husus şudur: Kevnî ve kelamî bu iki şeriat, ikisi de âlemler Rabbinden gelmekle, aslında bir bütündür, birbiriyle çelişmez. Bilakis bu ikisi birbirini gerektirir, birbirini târif veya tekmil eder.
O halde mü’mine düşen vazifelerden biri, Kur’ân’la gelen emirlere uymasının yanında, kâinatta işgören sünnetullaha da uymaktır. Kaldı ki, o kâinata hikmet ve ibret nazarıyla bakarak âlemler Rabbinin bu büyük kudret kitabından dersler çıkarıp hikmetler devşirmek de Kur’ân’ın da emridir zaten. Kâinatı tefekküre çağıran yüzlerce, belki binin de üstünde âyet buna dairdir. Nasıl ki Kur’ân bizatihi kendi tarifiyle ‘hakîm’dir, kâinat da aynı şekilde ‘hikmet üzere’ yaratılmıştır ve her mevcuduyla nice hikmetler yüklüdür. Allah’ın isimleri içinde, Kur’ân’da en sık zikredilen isimlerden biridir el-Hakîm. Hikmeti sonsuz olan, kâinatı ve içinde insanı hikmetle yarattığı gibi, Kur’ân’ı da ‘sonsuz hikmetler yüklü’ bir Kelam-ı Ezelî olarak bize indiren Hakîm-i Rahîm, bütün varoluşu kuşatan bu ‘hikmet’ gerçeğine bizim de dahil olmamızı istemektedir. Hikmet, mü’minin yitiğidir ve Hakîm olan bir Rabbe imanın gereği olarak hikmetli hareket, mü’mine farzdır.
Dahası, nasıl Kur’ân-ı Hakîm’in emirlerine riayetin âhirette bir mükâfatı, duymazdan ve uymazdan gelmenin âhirette bir cezası varsa; kâinatta cari ilâhî kanunlara uymanın veya uymamanın daha bu dünyada iken peşinen karşımıza çıkan bir karşılığı vardır. Kimse hikmete sırt çevirme lüksüne sahip değildir. Âdil olan Rabbü’l-âlemîn, kâinatta geçerli ilâhî kanunlara uygun davrananı, bu kişi o kanunları ‘ilâhî’ olarak tanımayan bir kâfir olsa bile, bu dünyada başarıyla ödüllendirir. Âdetullaha uymayanı ise, bu kişi isterse en müttaki mümin olarak yaşama iddiasında olsun, başarısızlıkla cezalandırır. Gerçi, aslında o başarısızlık dahi bir bakıma ödül sayılmalıdır; ‘yanlış giden şeyler’ olduğunu görüp yolunu doğrultma yönünde bir ikazdır zira. Ama elbette, kişi hatasını görüp de hatadan öğrenebiliyorsa…
Sözün kısası, mümin iki şeriata birden uymakla yükümlüdür. Kur’ân’a olan imanı, Kur’ân’ın bakıp ibret almaya davet ettiği kâinatta geçerli sünnetullaha uymasını da gerektirir. Bazılarının sandığı gibi, mümin ise kişiyi sünnetullaha uymaktan muaf hale getirmez. Uyan da karşılığını görür, uymayan da karşılığını görür. “Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur” (Necm, 53:39) âyeti, bunun apaçık ilanıdır.
Gelin görün ki, iman ettim demekle âdetullaha uymaktan muaf tutulduğunu sanan nice müslümanlar dolaşıyor ortalıkta. O Allah’ın yaratılışta geçerli kanunlarına uymadığı halde Allah’ın ona başarı vereceğini sanan ve O’ndan yardım uman acaibden ve garaibden müslümanlar…
Halbuki, âlemlerin Rabbinin insanlara hakkı tebliğle görevlendirdiği, kendilerine vahyettiği peygamberleri dahi, sünnetullaha uyma yükümlülüğü altında görüyoruz hep. Onlar hikmeti çiğnedikleri, şeriat-ı fıtriyeyi gözardı ettikleri halde Allah onlara yardım ediyor değil. Bilakis, hepsini âlemler Rabbinin kâinatta işgören kanunlarına uygun hikmetli bir davranış içinde görüyoruz; onlar birer ‘kul’ olarak bu edebin içinde hareket etmelerine karşılık, bütün sebeplerin sukut ettiği yerde Rabbü’l-âlemînin mucizelerle onları desteklediği gerçeği çıkıyor kıssaları okurken karşımıza…
En başta da, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın hayatında bu gerçeğin tekrar, tekrar ve tekrar teyidini görüyoruz hadis ve siyer kitaplarının sayfaları arasında ilerlerken.
Hicreti örnek olarak ele alalım meselâ. Mekke hayatının sonlarına doğru, Rabbü’l-âlemîn “Yakında seni yurdundan çıkarmak için, muhakkak ki rahatsız edecekler” diye haber vererek (bk. İsrâ, 17:76), bu hicretin dahi sünnetullahın bir cilvesi olduğunu şu şekilde bildiriyor: “Bu, senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlerimiz hakkındaki sünnetimizdir. Bizim sünnetimizde herhangi bir değişme göremezsin” (İsrâ, 17:77). Ve, “De ki: Rabbim! Beni takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve huzur içinde koy, çıkacağım yerden de dürüstlükle ve selametle çıkmamı sağla. Bana katından yardım edici bir kuvvet ver” buyurarak (bk. İsrâ, 17:80), adım adım bu hicrete hazırlanmaya yönlendiriyor.
Neticede, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamı, o zamandan itibaren, hicret için hazırlığa başlamış halde görüyoruz zaten. Seyahat, kervanların kullandığı mutad yollardan gerçekleşmeyeceği için, zorlu bir yolculuğa müsait iki deve satın alınmış, haber geldiğinde buluşmak ve beraberce yola koyulmak işinin ehli bir kılavuzla anlaşma sağlanmış. Müşriklerce Resûlullah’a evinde suikastin kararlaştırıldığı gün hicretin emri gelince, ev öylece boş bırakılmamış; onun evde olduğu zannına sebebiyet verip gece Mekke’den uzaklaşma imkânı sağlayacak şekilde, evinde bulunmak ve yatağında uyumak üzere geride Hz. Ali bırakılmış. Gizlice Hz. Ebu Bekir’in evine gidilmiş ve herkesin göreceği şekilde önden değil, arka taraftan çıkarak Mekke’den uzaklaşılmış. Müşriklerin kolayca tahmin edecekleri gibi Medine’ye doğru değil, aksi istikamette yola çıkılmış ve Sevr mağarasına saklanılmış. Kureyş’in yakınlarda onları bulacağı ümidi kalmayacak şekilde burada beklendikten sonra kılavuz Abdullah b. Uraykıt’la buluşulup kolayca görülmeyecekleri yollardan Medine’ye doğru harekete geçilmiş.
Hicret esnasında mucizeler de yaşandığını biliyor muyuz, biliyoruz. Ama o mucizeler, hikmetsiz hareket eden birine değil, hikmetle hareket eden bir nebiye bahşediliyor açık biçimde.
Onu, sayıca en az üç kat güçlü müşriklere karşı Uhud’da çift zırh giyerken ve İslâm ordusuna okçular tepesi ve ganimetler konusunda bilhassa uyarırken de aynı hikmet üzere görüyoruz. Keza, müşrikler çok daha cesametli biçimde bu kez birleşik hizipler suretinde Medine’nin üzerine gelirlerken bu kez hendek kazıp hendeğin gerisinden şehri savunmayı tercih ederken de öyle…
Kıssalara baktığımızda, bütün peygamberlerden aynı hikmet dersini alıyoruz zaten. Nuh aleyhisselamın tebliğine baktığımızda meselâ, mümkün olan bütün tebliğ yollarını ihtiyar etmiş halde çıkıyor o kudsî nebî karşımıza. Yusuf aleyhisselamın kralın rüyasını tabirinde ise, bütün çağlar ve bütün insanlık için apaçık bir ‘ekonomi’ dersi saklı; diğer bir ifadeyle, ekonomi alanına dair sünnetullahın dersi. Semiz inekler, sıska inekler; dolgun başaklar, kuru başaklar. Yedi bereket senesi yaşayınca, sanma ki bu böyle gider. İhtiyacını gider, tedbirini de al…
Hikmeti sonsuz Rabbimiz, herşeyi nice hikmetle yaratan Rabbimiz, hikmetine riayet istiyor bizden. Mucizelerini de, hikmetiyle hareket edene veriyor.
Ders açık, görev de açık…
Biz Allah’ın emrinde ve hizmetinde olmakla yükümlüyüz; hâşâ, Allah bizim hizmetkârımız değil. Allah doğru yolda yürüyen kuluna yardım ediyor, ama yanlışımızın sorumlusu değil. Allah kulunun ihtiyacı olan rızkına kefil, ama ihtiraslarının ve israfının kefili asla değil.
Rab O’dur, kullar biziz. Allah kulunu imtihan eder, Rabbini imtihan etmek kulluğun edebine yakışır bir iş değil.
Dolayısıyla, kul âdetullaha uygun hareket etmekle yükümlü; ama o âdetullahı göz göre çiğnediği halde, ‘senin yolundayım, bizimle ol’ diyerek Allah’tan yardım istemek, hele ki ‘O'nun yolundayım, bana elbette yardım edecek’ hâlet-i ruhiyesine girmek, kulluğun edebiyle izahı mümkün işlerden değil.
Hele ki, Allah'ın ihsanıyla vücut bulmuş güzel şeyler üzerinden kendisi için bir kariyer planlaması yaparken, kendi eliyle sebebiyet verdiği arızalarda meseleyi O’na arz ve havale…
Edep, bu değil. Tevekkül de bu değil.
Kadere iman da böyle bir şey değil. Güzel işleri bir Mu’tezilî misali kendi fiilinin neticesi bil, işler sara sarınca Cebriye’nin cübbesini giy, Cebriye ağzıyla konuş. Bu, kadere imanın suiistimali; tarifi değil.
Hikmettir mü’minin yitiği. Kaybettiyse, bulmakla ve uymakla yükümlü. Hikmetsizlikte inat, mü’mine yakışır işlerden değil.
Anlayana…