Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün yazısı:
Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924), son olarak Osmanlı Hânedânı elinde bulunan halifelik sıfatının, Türkiye Cumhuriyeti tarafından kaldırılması olayıdır. Devletin laikleştirilmesi yolunda yapılmış siyasî bir inkılabdır.
Saltanatın kaldırılmasından ve VI. Mehmed'in (Padişah Vahîdüddin) İstanbul'dan ayrılmasından sonra, TBMM'nin 18 Kasım 1922'de halife seçmiş olduğu Abdülmecid Efendi, imzasını Halife-i Müslimin ve Hadim’ül-Haremeyn olarak atması kararlaştırılmışken, ileride hanlık iddiasında bulunabileceğine işâret eden "Hâlife Abdülmecid bin Abdülaziz Han" olarak atmaya başladı. İslâm alemi için hazırladığı beyânnâmenin altına İstanbul yerine Dar’ül-Hilafe yazmak için ısrar edip Cuma selamlığına Fatih'in kıyafeti ve başında sarıkla çıkmak istedi. Yeniden törenler düzenlemeye, demeçler vermeye, bazı İslâm ülkelerinin kendisine bağlılık bildirmeleri üstüne, İslâm Dünyası'nın siyasî bir önderi gibi davranmaya başlamıştı. Bu durumun yeni kurulmuş cumhuriyet yönetimi için tehlikeli olabileceğini ileri süren Mustafa Kemal, İzmir'deki ordu tatbikatları sırasında ordu komutanlarına hilâfetin kaldırılması konusunda düşüncesini açıklayıp, yasanın meclis gündemine getirilmesini kararlaştırdı.
Unutmayalım ki, 22 Ocak 1924'te, yani kaldırılmasından 40 gün kadar önce Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, Halife'nin Cumhuriyet'e tecavüz ettiğini söylüyor, bunun cezasız kalmayacağını ima ediyordu.
1 Mart 1924'teki bütçe görüşmelerinde halifeye ve Osmanlı Hânedânına verilecek ödenek konusunun gündeme getirilmesinden sonra, 3 Mart 1924'te kabul edilen kanunla, halifelik kaldırılıp, ileride saltanat ve halifelik iddiasında bulunmamaları için Hânedân üyelerinin de yurt dışına çıkarılmaları kabul edildi. 5 Mart 1924 sabahı Abdülmecid Efendi ailesiyle birlikte Türk topraklarından ayrıldı.[1]
Aynı gün, Osmanlı Hânedânının yurt dışına çıkarılması kararlaştırıldı; Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi; Şer’iye ve Evkaf Vekaleti kaldırıldı, yerine Diyânet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu; Erkân-ı Harbiye Vekâleti kaldırıldı yerine Genel Kurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı kuruldu.
Tevhîd-i Tedrîsât Kanununun ne gayelerle kabul edildiğini o günün dindar gazete ve mecmuaları sütunlarına taşımışlar ve makaleler yazmışlardır. Ancak komite bunu dinlememiştir.
Tevhîd-i Tedrîsât, Sebîlürreşâd Mecmuası, c. XXIV, Sy. 602, sh. 58-61
Şer’iye Mahkemelerinin kaldırılması da, başta Ziya Gökalp olmak üzere Zındıka Komitesinin yaptığı tahribatlardandır. Bunu da dönemin gazete ve dergilerinden okuyoruz.
Tevhîd-i Tedrîsât, Sebîlürreşâd Mecmuası, c. XXII, Sy. 567-568, sh. 175 vd. (Osmanlıca okuyabilenler lütfen haberi okusunlar ve dinin aleyhine ne dolaplar çevrildiğini bizzat görsünler)
Abdülmecid Efendi ve saltanat ailesi mensuplarıyla birlikte çoğunluğu Osmanlı Hânedânı üyesi olmak üzere toplamda 155 kişi yurtdışına çıkarılmıştır. Halifeliğin kaldırılmasıyla laik düzene geçiş kolaylaştı. TBMM’deki muhalefetin etkisi azalmıştır. Halifeliğin kaldırılışından hemen sonra Şerif Hüseyin kendisini Halife ilan etti ve ardından 9 ülkenin yöneticisi daha kendilerini halife ilan ettiler. Alevî-Bâtınîliğin yeryüzündeki mutlak temsilcisi Kırk Sekizinci Nizâriyye İsmâilîyye İmâmı III. Ağa Han, 1923 yılında Hindistan'da "Hilâfet Hareketi" adı verilen bir teşkilât oluşturdu. Tüm dünyadaki Alevî-Bâtınîlerinin mukaddes Dâ’î-i Â'zamlığı makâmının sahibi sıfatıyla 3 Mart 1924'te İsmet İnönü'ye gönderdiği mektubunda hilâfetin kaldırılmasının Dünya'daki İslâm birliğini sarsacağını ve bu nedenle muhafaza edilmesi gerektiğine işâret etmişti.
Lozan Antlaşması, halifeliğin kaldırıldığı tarihte henüz yürürlüğe girmiş değildi. Asıl maksat, rakiplerimizi bir an önce Lozan'ı onaylamaya zorlamaktır. Bir başka deyişle Mustafa Kemal Paşa Lozan'ı, hilâfetin kaldırılmasından 28 gün sonra onaylamıştı.
Anlaşılan, önce Lozan'da verdiğimiz sözlerin yerine getirilip getirilmediği (icraat) görülecek, sonra nihai onay verilecekti. O devrin Birleşmiş Milletler'i demek olan Cemiyet-i Akvam ise bir ay sonra, 5 Eylül'de Lozan Antlaşması'nı resmen tescil edecek ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması uluslararası garanti altına alınacaktı.
İşte bütün bu sebeplerle Bedîüzzaman Said Nursi böyle bir olaya ait Kur’anî istihrâclarda bulunuyordu:
لَنْ تَزَالَ الْخِلاَفَةُ فِى وِلْدِ عَمِّى صِنْوِ اَبِى الْعَبَّاسِ حَتَّى يُسَلِّمُهَا اِلَى الدَّجَّالِ
Yani "Uzun zaman hilâfet-i Abbasiye devam edecek, sonra o saltanat Deccal eline geçecek" diye beşyüz seneden sonra İslâm içine bir deccal gelecek, o hilâfeti bozacak gibi ki; eşhas-ı âhirzamandan çok rivayetler haber verdikleri halde, mezhebi ayrı veya fikri müfrit bir kısım ehl-i içtihad kabul etmemişler, mevzu veya zaîftir demişler.[2]
Beni şiddetli ceza ile mahkûm etmek için bütün suçlarımın fihristesi olarak kararın âhirinde yazmışlar ki: "Said Nursî'nin reddettiği maddeler biri: "Saltanat ve hilâfetin ilgası." Hem hata, hem sehivdir. Çünki İhtiyar Lem'asında "Hilâfet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi." diye yazdığımı onbeş sene evvel Eskişehir Mahkemesine cevab verdim, sustular. Mürur-u zamana uğramış, af kanunu ve beraet görmüş ehemmiyetsiz bir hatayı suç sayan, kendisi suçlu olur.
Hem bu mevhum suça bir sened diye, benim bir Lem'ada ve Mu'cizat-ı Ahmediye'de (A.S.M.) bir hadîs-i şerifte:
اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَضُوضًا وَفَسَادًا وَجَبَرُوتًا
("Benden sonra hilâfet otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacak; ceberût ve fesâd-ı ümmet meydan alacak." Müsned, 5:220, 221, 4:273; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:340)
Yani, Hulefa-i Raşidîn'den sonra bir fesad olacak. İşte bu hadîs üç mu'cize-i gaybiyeyi gösterdiğini bir eski Risâlemde yazmıştım. Kararname benim bir suçum olarak, Said bir Risâlede demiş: "Hilâfetten sonra ceberut ve fesad olacak." Ey sathî heyet! Bir işaret-i gaybiyede bu zamanımızda maddî ve ma’nevî en büyük bir fesad-ı beşerîyi ve zemini zîr ü zeber eden bir hâdiseyi haber veren bir hadîsin i'cazını beyan etmeği suç sayan, maddeten ve manen suçludur. [3]
Bedîüzzaman Meclis’te yaptığı konuşmada ise şunları açıklamıştır:
"Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlînin şahsiyet-i ma’neviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilâfeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilâfeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek.[4]
Sırr-ı İnnâ A’taynâ adını verdiği ve mahrem olarak sakladığı bir Risâle’de mes’eleyi daha açık bir şekilde izah etmektedir:
"1324’de (yani 1908 yılında) mason komitesinin Şerî’at-ı Ahmediyeyi tahrib niyetiyle hürriyet perdesi altında hilâfet-i İslâmiyeye saldırması tarihine tevafuku ve şimdi o komitenin başına geçen bu herif adavet-i Arabiyeye harekâtını bina edip, Şerî’at-ı İslâmiyenin şeairinin tahribine harekâtıyla tevafuk etmesi elbette gösteriyor ki, إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ ٱلۡأَبۡتَرُ (“Doğrusu sana buğzeden, soyu kesik olanın ta kendisidir.” Kevser, 108:3) bunlara dahi kasden işaret ediyor.[5]
Evet madem, إِنَّآ أَعۡطَيۡنَـٰكَ ٱلۡكَوۡثَرَ (“Şüphesiz biz sana Kevser’i verdik.” Kevser, 108:1) kelimesi Altıncı Remiz’de isbat edildiği gibi İstanbul’un hem muhasarasını hem fethini işaretle müjde veriyor. Ve madem فَصَلِّ لِرَبِّكَ (“O hâlde, Rabbin için namaz kıl.” Kevser, 108:2) makam-ı ebcedîsi olan 484 adedi işaretiyle o muhteşem merkez-i hilâfette 484 sene salât-ı kübra-yı İslâmiyet imam-ı müslimîn arkasında kılınmasına işarî müjde veriyor. Elbette o müddetin bitmesi olan 1341 (1924) tarihinde mason komitesinin hilâfet-i İslâmiyeyi ref’ ile dinsizliğin esasını kabul etmek demek olan dinsizlik manasındaki lâik cumhuriyet tarihine tamtamına tevafuk etmekle شَانِئَكَ هُوَ ٱلۡأَبۡتَرُ elbette onları remzen işaret ettiğini ve o cümlenin altında Ebu Cehil ve Ebu Leheb ve Ümeyye İbn-i Halef gibi dâhil olduğunu teyid eder, belki gösterir. Evet bu yeni münafık zındıkların o âyette kasden dâhil olduğuna mezkûr beş kavi emare ittifak ediyor, beş emare bize delalet-i kat’iyye hükmünde kanaat veriyor.
Bu sırr-ı gaybî, Kur’an-ı Mu’ciz’ül-Beyan’ın ihbar-ı gayb nev’indeki i’caz-ı Kur’anînin Leme’âtındandır. Kur’an’ın bir nükte-i i’caziyesi için yazdım. Yoksa bu heriflerin bahsi ile vaktimi zayi etmezdim.[6]
Burada hilâfetin kaldırılmasında birinci derecede rol oynayan zamanın ulemâ-i su’dan Seyyid Bey’in sakat görüşlerini de hatırlamak gerekmektedir. Seyyid Bey’in hilâfet hakkındaki görüşlerini 1333/1917 tarihinde yayınladığı Usul-i Fıkıh-Medhal adlı eserinde ve 1924 yılında hilâfetin kaldırılması için TBMM’de yaptığı konuşmada görüyoruz. Bu iki görüş birbirinden farklıdır.
"Dediğim gibi İslâm tarihinde büyük bir inkılâp yapıyoruz. Diyebilirim ki, bundan daha büyük bir inkılâp olamaz. Zihinlerin bununla çok meşgul olması, inkılâbın azameti ve büyüklüğündendir. Kalpler endişe ve tereddüt içindedir. Bunun için hepimizin vicdanı ve izanı istiyor ki, mesele tümüyle açıklansın, ortaya konsun, dost, düşman herkes ne yaptığımızı ve ne yapmak istediğimizi bilsin, şuurlu mu, şuursuz mu yaptığımızı anlasın.
"Büyük Meclis, hilâfet meselesinin dini ve siyasî mahiyetini bilerek mi karar alıyor, yoksa bilmeyerek mi? Bu konular tamamıyla açıklığa kavuşsun. Çünkü tekrar ediyorum, mesele hakikaten gayet mühimdir. İslâm dünyasında şimdiye kadar böyle bir inkılâp olmamıştır. Değil İslâm dünyasında, bütün yeryüzünde meydana gelen inkılâpların en büyüğü, en mühimidir. Bunun için zihinlerde ve fikirlerde şüphe ve tereddütler bulunmamalıdır. Meseleyi bilerek halletmek gerekir. Gerek dini ve gerekse siyasî yönünü bizim bilmemiz lazım gelir.[7]
Seyyid Bey, ilmî eserlerinde hilâfeti İslâm dininin bir parçası sayıp onu peygamberlik üzerine oturturken ve zamanımızda buna hükümet tabir edildiğini söylerken bu konuda meclisteki konuşmasında ise hilâfet şekli hakkında Kur’an-ı Kerim’de hiçbir ayetin bulunmadığını, hükümet ve memleket idaresi hakkında sadece iki prensip yani şûrâ ve emir sahiplerine itaati getirdiğini ifade ederek şöyle diyor:
"Muhterem efendiler, asıl dinî kanun olan Kur’an-ı Kerim’e müracaat ederseniz görürsünüz ki, bizim hilâfet şekli hakkında hiçbir ayet-i kerime yoktur. Kur’an-ı Kerim hükümet ve memleketin idaresi konusunda bize iki düstur gösteriyor: Biri bugün medeniyet âleminde yürürlükte olan meşveret (şûrâ) kaidesidir ki, bunu Kur’an bize 1300 sene evvel ortaya koymuştur. 0 da “Onların işleri kendi aralarındaki şûrâ iledir”.[8]
Seyyid Bey’in nasıl kafayı bozduğunu şu haberden de anlıyoruz:
Te’yîde Muhtâç Rivâyetler başlığı altında Seyyid Bey’in neler saçmaladığı anlatılıyor, Sebîlürreşad Mecmuası, c. XXIV, Sy. 605, sh. 108 vd.
[1] Kanun Numarası: 431, Kabul Tarihi: 3 Mart 1924, Yayımladığı Resmî Gazete Tarih: 6 Mart 1924, Yayımladığı Resmî Gazete Sayısı: 63; BCA, 6/3/1924, Fon Kodu: 51..0.0.0 Yer No: 2.12..7, Hilâfetin ilgası ve Hânedân-ı Osmaniye'nin sınırdışı edilmesine dair kanunun bir suretinin gönderildiği.
Madde 1: Halife halledilmiştir. Hilâfet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilâfet makamı mülgadır.
[2] Şu’alar, sh. 401.
[3] Şu’alar, sh. 431.
[4] Mesnevî-i Nuriye, sh. 102.
[5] "Mustafa Kemal 29 Ekim 1907'de İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne girer. Üye alımları ya Omer Naci'nin evinde, ya da mason locası `Macedonia Risorta´nın bekleme odasında yapılmaktadır. İkinci mekanda subaylar önce tekris edilerek mason, sonra yemin ettirilerek Cemiyet uyesi yaptırılmaktaydı." diyen mason yazar Tamer Ayan, üye listelerinde yer alan isimlerden bazılarını sıraladıktan sonra bir sonraki sayfada konuyla ilgili değerlendirmesini şoyle yapmaktadır:
" Mustafa Kemal çevresindeki, hem İttihadcı, hem mason olan asker ve sivil arkadaşlarının etkisiyle, `önce mason, sonra İttihadcı´ kuralına uygun olarak önce `Macedonia Risorta´ locasında mason olmuş ve bunu takiben de İttihad ve Terakki Cemiyeti'ne 1907 yılında 322 numara ile üye yapılmıştır."
Bkz. Morning Post Gazetesi, 1920; Tamer Ayan, Ataturk ve Masonluk, İstanbul, 2008, sayfa 127, 159 vd.
Burada Ahmed Fevzi Ağabey’in tesbitleri önem arzetmektedir:
“Hadîs-i şerifin sonundaki “Deccal fitnesinin şerrinden” fıkrasının veche-i hesabiyesi şâyan-ı hayret olarak 22, 23, 24 numaralardaki âyât-ı kerimenin ve bundan evvelki iki hadîs-i şerifin gösterdiği tarihleri tam tevafukla göstermektedir. Binaen aleyh Deccal 1913 ve 1914’de milletimizin başına musallat olan Masonluk cereyan-ı kâfiranesinin sadrında yetişerek, 1921 ve 1922’de hâkimiyeti tam eline alarak, 1923’ten sonraki icraat-ı şenianesini gerek bizzât ve gerek bilvasıta en kuvvetli ve mütemerrid rüknüyle ve Masonluk dediğimiz zümre-i kâfirenin kuvvetiyle icra eylemiştir.” Ahmed Feyzi, Hazinet’ül-Burhan.
[6] Sırr-ı İnnâ A’taynâ, Osmanlıca.
[7] İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, I, 177.
[8] Seyyid Bey, Usul-ı Fıkıh Medhal, 107–108; İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, I, 180–181; Kur’an, Şûrâ 42/ 38.