Her birimiz kendi dağımızın tırmanıcılarıyız. Ömrümüzü tamamladığımızda, kendimizin zirvesindeyken veda etmiş olacağız bu dünyaya.
Kimimiz yirmi yaşında, kimimiz kırk, kimimiz doksan yaşında eriyoruz varlığımızın kemâline. Dağ, bu anlamda içsel yolculuklarımızı simgeliyor. Ne kadar derine inebilirsek, o kadar doruğa tırmanıyoruz. Bir kişisel miraç, evet.
Nur Dağı'na tırmanırken bunları düşünüyordum. Yalnız kalmak, Yaratan'ınla bağlantı kurmak, hayatla arana mesafe koymak, tefekküre dalmak, ibadet etmek için insanlığın başından beri yukarı tırmanıyoruz hep. Ta ezeli tabiatımızda kodlanmış bir seyr ü süluk ihtiyacı olsa gerek bu. Yukarılarda, dağın tepesinde, koptuğumuz dünyanın yerine koskoca bir kâinat açılacağını tahmin edebiliyoruz belki. Yalnızca bizim bakışımızla açılan, bizim kalbimizle görünen... Pek çok dağa tırmandım. Nemrut'un zirvesinde, turistlerin gezdiği ve fotoğrafını çektiği 'tanrıça' heykellerinin durduğu bölmenin arka tarafına ulaşmış ve orada artık kimsenin işine yaramayan, kırık dökük başka 'tanrıça' başları ve uzuvları görmüştüm. Parçalanmış, üst üste yığılmış, terk edilmişlerdi.
Aziz Simeon'un kırık bir sütunun tepesinde yıllarca tefekküre daldığı Samandağ'dan inerken ise 'dünyaya geri dönüş'lerin kolay olmadığını teslim etmiştim. Mekke'nin birkaç mil kuzeydoğusunda, Mina yoluna yakın Nur Dağı'nda ise daha farklı bir 'irtifa'da kuşandım düşünceleri. Ne de olsa 'en Sevgili'ye (sas) gelen ilk vahiy, bu dağın zirvesindeki Hira Mağarası'na inmişti. Kelimelerin hakikatiyle ilk buluşma! Kırk dakikaya yakın tırmandık, yol boyu bir ayet eşlik ediyordu bana: "Biz ayetlerimizi (işaret ve kanıtlarımızı) hem ufuklarda, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Her şeyin üzerinde Rabb'inin şahit olması yetmez mi?" (Fussilet, 53)
Neyin ne kadarına şahit olacağımı veya hakikatin nurundan benim payıma düşenin ne olacağını bir Bilen'im, bir Şahit olanım vardı zaten. Bana düşen, bu şuurla tanıklık etmekti baktığım her şeye. Her şey O'ndan değil miydi, benliğimdeki ve âlemlerdeki (afak ve enfüs) her şey! Rabb'ini bilmesi için hem kendi nefsini hem âlemleri bilmesi gerekiyordu insanın. Nefsimde ve ufuklarda görebildiğim her şey, O'nunla kurduğum bağlılıkla orantılıydı. Yükseldikçe teslim olma mahareti de artıyordu sanki insanın.
Etrafta hemen hiç ağaç ve bitki yoktu. Arada bir çalı çırpılara rastlıyorduk. Dönüp Mekke'ye baktığımızda, bir süre sonra nesneler arasındaki mesafeler kapandı. Bir minyatürün içine dalmaktaydık sanki. Mesela tam bu sırada bir 'yolcu'nun yüzü o an her şeyden daha 'büyük' gözüktü yüzüme. Yanımdan geçmekteydi. İniyordu usul usul basamakları. Gözleri kendi içine bakıyor gibiydi, başka bir bakışla bakıyordu her şeye. Salâvat getiriyordu bir yandan. Bizim gördüklerimizden farklı bir 'ayet' kendi nefsinde görünür olmuştu belki. Bakakaldım ardından. Peygamber Efendimiz (sas), otuz beş yaşından sonra Mekke'nin sert ve celalli ortamından uzaklaşma gereği duyarak Hira'ya çıkıp tefekküre dalıyordu. Eşi Hz. Hatice hamileyken dahi ona yemek taşırdı. Modern dünyadan gelen bizler için en sağlıklı halimizde bile bu yolu tırmanmak o kadar kolay değilken!
Kuşkusuz velilerin, mürşitleri tarafından eğitilmeleri ve seyr ü süluk'unu tamamlamaları uzun yıllara yayılır. Efendimiz (sas) ise Rabb'i tarafından eğitilmişti. ("Beni Rabb'im terbiye etti, ne güzel terbiye etti" buyurmaktadır.) Hira yolunda bir düşünce daha: Hz. Muhammed'in (sas) sülukunun tamamlanışı, risaletinin başlangıcı. Hira: Yolların kesişmesi. Ve aynı anda yol ayrımı.
Önce kocaman bir taş karşıladı bizi. Dar geçitte. Bazen çok şişmanların geçebildiği, bazen ise cılız kimseleri geçirmeyen o taş. Sonra mağaranın ağzına vardık. İçerisi loş. Yalnızca bir kişinin ayakta durabileceği veya uzanabileceği kadar. Ve sessiz. Sessizliğin tanıklığını duyduk. Bizimle konuşuyordu. Müthiş bir koku vardı. İçeride namaz kılabilenler bilir, rüzgâr estikçe, kimi zaman daha kesif, kimi zaman latif, bazen ise hiç duyulmayan o 'canlı' koku... Hira'da ne kadar kalırsanız kalın, oranın size ait olmadığını, ancak ziyaret ettiğinizi fark ediyorsunuz. Beşeri yalnızlık ve ilahi bağlılık. Hira 'Varlığın Efendisi' için var edilmişti işte. Uzaklardan Kâbe görüyordu her şeyi. Derken akşam vaktinin girişi. Mekke'nin ezanları. Efendimiz burada tefekkürdeyken henüz olmayan bir çağrı. Ancak O bizi davet ettiğinde, başlayan bir davet.
Aşağıya geç vakit karanlıkta indik. Dağ gecesi. Ama etraftaki diğer dağlara nazaran, Nur Dağı aydınlıktı. 'İkra'yı düşünüyordum. Hira'nın Kadir Gecesi'nde inen ilk ayetle ihya edilişini. İnsanlığın İslam'la tamamlanan nurunu. İnsanlığımızı bize veren nimetlerini. Ve Efendimiz'le Kur'an'ın ikiz oluşunu...
Cebrail'in (as) O'nu sıkıp okumasını istediği: "Ki O, kalemle yazmayı öğretendir..." Kâinat kitabıydı diyordum içimden, evet, 'oku'nması gereken buydu. Buradaki 'kalem'in bir sırrı da, 'nun' sırrıydı herhalde. Evrensel levhada varlığa çıkmış ve çıkmamış her şey. Ayetlerin insanın benliğinde ve ufuklarda 'oku'nabilmesinin sırrı... Vahiy meleği tek kişilik Hira'da kanatlarıyla tüm ufku kuşattığında... Bunları anlayacak ilmim yoktu ama şahittim ben de artık: Efendimiz'in (sas) kelimelerinin kokusu "Yaratan Rabb'in adıyla oku"yan tüm 'yolcu'lara ulaşıyordu koklama maharetleri ölçüsünce.
Zaman