İmamı Gazali ve İmam Bediüzzaman’ın görüşleri
Allah (cc) kâinatı, insanlar ve cinler kendisini tanıyıp ibadet etsinler diye yarattığını açıklamıştır. İlahî rahmet bu tanımayı kolaylaştırmak için resuller ve nebiler göndererek insanların akıllarını ve vicdanlarını ikna edecek deliller ve beyanlar sunmuştur.
"Hiçbir ümmet yoktur ki. Onların içinde mutlaka bir uyarıcı bulunmamış olsun!" (Fattr 24) ayeti bu Sünnetullah’ı ifade eder. İnsanların hesap gününde "Ey Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de şu zillete ve rüsvalığa uğramamızdan evvel ayetlerine tabi olsaydık ya!" (Taha) şeklinde bir itirazda bulunmamaları için Allah (celle şanuhu) resuller gönderdiğini bildirmiştir.
İnsanlar ancak kendilerine yapılacak açık ve şüphe götürmeyen bir teklifi reddettikleri zaman sorumlu tutulmuşlardır. “Biz bir kavme Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.” İsrâ, 17/15 ayeti, teklifin Allah tarafından bir peygamber vasıtasıyla yapıldığını, kendilerine teklif götürülmeyen insanların sorumlu tutulmayacaklarını ifade eder.
İlk insanın bir peygamber olması, insanların uzun bir süre peygamberlerin ellerinde eğitilip terbiye edildiklerini gösterir. Buna rağmen zaman zaman peygamberlerin arasının uzadığı, hak dinin unutulacak derecede gizlenip kaybolduğu dönemler de yaşanmıştır. Bu dönemlere İslam akaidinde “fetret dönemi” adı verilir. Fahruddin Er-Râzi, fetreti şöyle tarif eder: “Fetret meselesi ise, peygamberlerin davetinin zayıflığı ve o davete mani olan birtakım engellerin ve karışıklıkların ortaya çıkması manasına alınır” böyle dönemlerin varlığına delil olarak Yasin Suresinde geçen “ataları azâb ile korkutulmamış bir kavmi uyarasın diye...” (Yasin, 6) ayetini zikreder. (1) Bu ayete göre Kur’anın indirilmesi ve Hz Peygamberin risaleti, ataları uyarılmayan bir kavmi İslam’a davet etmek içindir.
FETRET DÖNEMİ İNSANLARI
Söz konusu Fetret dönemlerinde yaşayan insanların durumları, itikat imamları tarafından ele alınmıştır. Ehlisünnet mezheplerince imam kabul edilen ve Hanefî mezhebinin tabi olduğu Maturidî ekolünün bu konudaki görüşleri şöyledir.
“Allahu Teâlâ'nın varlığına, birliğine, iman, her akl-ı selîm (sağduyu) sahibinin ilk ve mutlak borcudur. Bu sebeple, ilâhî dinlerin kesintiye uğradığı fetret devrinde yaşayan insanlar dahî, kendilerine ihsan edilen akıl nimetiyle, Allah'ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah'a îmânla mükelleftirler. Uzak ve meçhul yerlerde yaşayan ve hiçbir dinden haberi olmayan kimseler, Namaz, Oruç ve Zekât gibi ibadetler ve diğer şer'î hükümlerle mükellef olmadıkları halde, Allah'a îmân etmekle mükelleftirler. Bu görüş, Mâtürîdîyye mezhebi imamlarının görüşüdür. Çünkü bunlara göre Allahu Teâlâ'ya îmân, insan fıtratının icâbıdır. Zira her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak, bunların büyük bir Yaratıcısı olduğuna aklen hükmeder. Her akl-ı selîm buna şahadet eder. Yani, akıl ve nazar “Marifetullah” da kâfidir, derler ve Kur'an-ı Kerîm'de buyurulan; “Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'ın varlığında şüphe mi vardır” Âyet-i Kerîmesini delil olarak zikrederler. (2)
İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş’arî’nin görüşleri ise şöyle izah edilmektedir. “Biz bir kavme Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz İsrâ, 17/15” ayetinin sırrıyla, ehl-i fetret herhangi bir dine tabi değilse “küfre de girse, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî irsal ile olur ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-yı sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz.”
Allah’ın insana teklifi peygamber göndermekle olur. Ve insanın bunun bilmesi ile teklif yapılmış, anlaşılmış olur. Madem gaflet ve zamanın geçmesi geçmiş peygamberlerin dinlerini unutturmuş, üzerini örtmüş, gizli kalmışlar o zamanın insanlarına bu dinler delil olamaz. Her iki mezhebin ortak yönü, bu dönemde yaşayan insanların iman dışında diğer farzları terk etmelerinden dolayı sorguya çekilmeyecek olmalarıdır.
Her iki görüşe atıfta bulunan günümüz fakihlerinden Vehbe Zuhaylî şu tespitte bulunur. "Biz peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz" ayet-i kerimesi şunu göstermektedir: Fetret dönemi insanları, risaletin kendilerine ulaşmadığı ve davet kendilerine ulaşmaksızın öldükleri takdirde ve bunlar cahiliye halkı iseler -günümüzde İslâm’ı hiçbir şekilde işitmemiş, oldukça uzak adalardaki insanlar bunlara örnektir- azaptan kurtulurlar, cennet ehlidirler. Teklif - sorumluluk çağından önce küçük yaşta ölmüş, babaları kâfir olan çocuklar, deliler, sağırlar ve bunak ihtiyarların durumu da böyledir. (3)
FETRET DÖNEMİNDE EHL-İ KİTAP
Fetret dönemleri sadece hiçbir dine tabi olmayan cahiliye toplumları için değil aynı zamanda ehl-i kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) için de bir mazeret dönemidir. Günümüzün önemli tefsir âlimlerinden Elmalı Hamdi Yazır, Beyyine Suresinin tefsirinde şunları söyler:
"Ey Ehl-i kitap, peygamberlerin arkası kesildikten sonra size, (hakikatleri) söyleyip duran elçimiz gelmiştir. Ta ki, "Bize ne bir rahmet müjdecisi ne de bir azap habercisi gelmedi" demeyesiniz diye... İşte size rahmet müjdecisi de, azap habercisi de geldi artık... Allah, her şeye hakkıyla kadirdir" (Maide. 19) ayeti gereğince Resulullah'ın gönderilmesinden önceki zaman, dinlerin tahrif ve karmakarışıklığa uğradığı, puta tapanla tapmayanın karıştığı ve hak ile batılın seçilemez bir hale geldiği fetret zamanıdır. Fetret zamanları ise "Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz." (İsra, 17/15) hükmüne göre sorumluluk yönelmeyen bir mazeret zamanı demektir. Böyle bir zamanda Hakk'ı batıldan ayırd ettirecek kesin ve açık bir delil gelinceye kadar iman ve küfür hükümleri tayin edilemeyeceği ve bir susturucu delil bulunamayacağı cihetle, herkesin bulunduğu hâl üzere kalması, yani istishâb kaidesi asıl olur. (Yani ehl-i kitap ellerinde olan din ile amel etmeye devam ederler.)
"Kütüb-i kayyime" kıymetli kitapları içeren, tertemiz sayfalar olan Kur'ân'ın indirilmesiyle, ilâhî delil olan Resulullah'ın gönderilmesinden önce kitap ehlinden ve müşriklerden olan kâfirler, bulundukları hallerinden ayrılmamakta mazeret sahibi olsalar da; hak dini beyan eden bu delil geldikten sonra özellikle kitap ehlinin buna iman etmeyip de önceki hallerinde kalmak için ayrılıkçılık yapmaları katıksız küfürdür.” (4)
HZ. PEYGAMBER’İN GÖNDERİLMESİNDEN SONRA FETRET DÖNEMİ VAR MIDIR?
Fetret dönemini sadece Hz. Peygamber’in (asm) gönderilmesinden önce yaşanan, tarihî bir dönem değildir. Fertler için sorumluluk tebliğe muhatap olmakla başlar. Din; güneşin bütün insanların üzerine aynı anda doğuşu gibi bütün insanlara birden ulaştırılabilen bir davet olmadığına göre, insanların sorumlu tutulma zamanını davete muhatap olma zamanı olarak kabul etmek gerekir. İnsanları bu açıdan ele alan İmam Gazali önemli tespitlerde bulunmuştur:
Efendimiz (as.) Hz. Aişe validemize ümmetinden hesapsız ve azabsız olarak cennete girecekleri müjde eder. Buna göre ilk grup 70.000 kişidir. Bunları 70.000 kişilik ikinci bir grup takip edecektir. Daha sonra Allah u taala bunlardan her biri için ayrı ayrı yetmişer bin kişiyi daha hesapsız olarak cennetine alacaktır. Bunu işiten Hz. Aişe Validemiz: "Ya Rasûlullah ümmetinin sayısı bu kadara ulaşmaz ki?" der.
İki Cihanın efendisi "Oruç tutmayan ve namaz kılmayan göçebe Araplardan sayınız tamamlanır." buyurur.
İmam Gazali, bu hadisi ele almış ve Allah’ın sonsuz rahmetine işaret etmiştir: ‘İşte Allah u Teâlâ'nin rahmetinin genişliğini gösteren bu ve benzeri haberler (hadisler) pek çoktur. İşte bu lütuf özellikle Muhammed (S AV)'in ümmeti hakkındadır.
Ve ben derim ki: Her ne kadar, çoğu bir lahza yahut bir saat yahutta bir müddet gibi az bir zaman için cehenneme gönderilseler bile ilâhî rahmet, geçmiş ümmetlerin pek çoğuna şâmil olur. Hatta derim ki: “Allahu tealâ dilerse, bu zamandaki Rum ve Türk Hıristiyanların uzak diyarlarda yaşayan ve kendilerine İslâm daveti ulaşmamış olanlarından çoğunu ilâhî rahmet kuşatacaktır. Çünkü onlar üç kısımdır
1-Kendilerine Muhammed (sav)'in ismi hiç ulaşmamış olanlar. Bunlar mazurdurlar.
2-Peygamber (sav)'in ismi, vasfı ve gösterdiği mucizeler kendilerine ulaşmış olanlardır. Bunlar İslâm memleketlerine komşu ülkelerde ve müslümanlarla beraber yaşarlar. Onlar kâfir ve mülhiddirler.
3-Bu iki grup arasında olanlar. Bunlara Muhammed (sav)'in ismi ulaşmış fakat, onun bütün özellik ve güzellikleri ulaşmamıştır. Hatta onlar çocukluklarından beri onu "Muhammed isimli bir yalancı ve dalavereci, peygamberlik iddiasında bulunmuştur" diye duymuş ve o şekilde tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın, el-Mukaffa' denilen bir yalancının Allah'ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia etmesini ve yalancı olarak peygamberlik iddiasıyla ortaya atılmasını duydukları gibi.
Bana göre işte bunların durumu da birinci gruptakilerin durumu gibidir. Çünkü bunlar Peygamber (sav)'in ismini işitmiş olmakla beraber onun vasıflarının aksini duymuşlar, onu olduğunun tam tersine tanımışlardır. Bu ise insanı gerçeği aramaya sevketmez.” (5)
Vehbe Zuhaylî, Tefsirü’l-Münir’inde Hüücetü’l İslam İmam Gazalî’nin bu tasnifini kısaca özetler: “Peygamberin gönderilmesinden sonra insanların durumuna gelince; Gazzalî'nin (Allah'ın Rahmeti üzerine olsun) açıkladığına göre insanlar üç gruptur:
a) Hz. Peygamberin daveti kendilerine ulaşmamış ve hiçbir şekilde işitmemiş olanlar cennetliktir.
b) Hz. Peygamberin daveti ve mucizeleri kendilerine ulaştığı halde kabul etmeyenler -günümüzdeki kâfirler gibi- bunlar cehennemliktir.
c) Hz. Peygamberin daveti kendilerine yalan haberlerle yahut da tahrif edilmiş bir şekilde ulaşan kimselere gelince; bunlar hakkında da cennet umulabilir.” (6)
BİR İNSANI SORUMLU KILAN DAVETİN ÖZELLİKLERİ
İmam Gazali, fetret açısından insanları sınıflandırdıktan sonra bir insanın sorumlu sayılabilmesi için kendisine ulaşması gerekli olan davetin özelliklerini de ayrıntılı olarak verir.
“Diğer ümmetlerden olan insanların durumuna gelince; kim Muhammed (sav)'in peygamberliğini ilan ederek ortaya çıktığını, onun sıfatlarını ve ayın ikiye bölünmesi, çakıl taşlarının tesbih etmesi, parmakları arasından suyun fışkırması ve kendisiyle fesahat ehline meydan okuduğu ve edîblerin benzerini ortaya koymaktan âciz kaldığı, Kur’an gibi harikulade mucizelerini tevâtüren işittikten sonra, ondan yüz çevirir, onun hakkında gereği gibi düşünüp kafa yormaz ve derhal onu tasdik etmezse, işte o kimse inkarcıdır, tekzibçidir ve neticede kâfirdir. Ama, müslüman beldelerinden uzak diyarlarda yaşayan Rumlar'ın ve Türkler'in çoğu bu hükme dahil olmazlar...”
Bu ifadeler tebliğin hiçbir şüpheye yer bırakmayan kesin bir açıklık ve doğru haberlerle ulaştırılması gerektiğini ortaya koyar. Gayri Müslim birine ulaşan haberlerin tevatür derecesinde yaygın ve yalan ihtimali olmayan kesin bir bilgi olması gerekir. İşitilen haberlerin şüpheli olması durumunda sorumluluk doğmaz.
Bunun izahını da şöyle yapar:
“Bir kimse haberi ne yalanlar, ne doğrular (ne tekzib eder, ne de tasdik eder). Bu durumda haber, haber verene sahih bir nisbetle ulaştırılan bir haber olmadıkça, o kimseye, haber kendisine nisbet edileni (peygamberi) yalanlıyor, denilemez. Binâenaleyh, haberin söyleyene âdiyeti yakın ilim derecesine erişmeden, bir kimseye nisbet edilen haberi yalan sayan bir kişiye her ne kadar haberi yalanlıyor denilirse de, o haberin nisbet edildiği kimseyi yalanladığı söylenemez.” (7)
DAVET’E MUHATAP OLAN İNSAN’IN SORUMLULUKLARI
İmam Gazalî, şartlarını açıkladığı bu daveti işiten insanların sorumluluklarını da şu şekilde izah eder:
“Hatta derim ki; kim peygamber (sav)'in yukarıda saydığımız özelliklerini işitirse -o kimse din kaygusu duyan ve dünya hayatını âhirete tercih etmeyen bir kişi olduğu takdirde- işin gerçek yüzünü açıkça ortaya çıkması için kendisinde bir araştırma arzusunun uyanması kaçınılmazdır.
Şayet bu arzu uyanmamışsa hemen anlayın ki bu durum, adamın tamamen dünyaya meyletmesinden, ona güvenmesinden ve onun Allah korkusundan, din işinin önemini anlamaktan uzak bulunuşundandır. İşte bu küfürdür. Bu arzu uyanır da kişi araştırma yapmada tembellik ve ihmal ederse, o da küfürdür. Yine derim ki esasen her dinden Allah'a ve âhirete iman eden kimsenin, harikulade yollarla alâmetler belirdikten sonra, bu araştırmada ihmalkâr davranması mümkün değildir. Ama kişi düşünüp araştırır ve tembellik etmez de, hakikati bulma çabasını tamamlamadan ölüm onu yakalarsa o da mağfirete mazhar olur. Sonra Allah'ın geniş rahmeti de onun lehinedir. Sözün özü, Allah'ın geniş rahmetinin genişliğini anlamada ilâhî meseleleri kalıplaşmış basit ölçülerle ölçme.”
İmam Gazali’nin beyanları genel olarak değerlendirildiğinde fetret hükümlerinin belirli bir zaman ile sınırlandırılamayacağı, insanları sorumlu tutmadan önce doğru, yeterli ve güven verici bir tarzda tebliğin yapılmış olması gerektiği anlaşılır.
İMAM BEDİÜZZMAN’IN EHL-İ FETRET HAKKINDAKİ MEKTUBU
İmam Nursî’nin görüşleri buraya kadar izah edilen fetret hükümlerine dayanır. Şeriatte hükümler esas illet kabul edilen “emr-i ilahî’nin bulunması esasına göre verilir. Maslahatlar ve faideler emir ve yasaklar için illet kabul edilemez. Yukarıda, fetretin üzerine hüküm bina edilen esas bir illet olduğu, gerek ayetler gerekse itikat imalarının görüşleri ile ortaya konmuştur.
İkinci cihan harbinin Avrupa şehirlerini baştan sona yakan ve 25 milyon insanın ölümüne yol açan dehşetli tahribat günlerinde İmam Nursî, aşağıdaki mektubu yayınlamıştır.
“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:
Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.
Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:
O musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ'nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum. (Kastamonu Lâhikası - Mektup No: 77 - s.1616)
“Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.
Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir. (8)
Bu mektubun yazıldığı döneme kısaca göz atılacak olursa Avrupa bir kenara, hilafete beş yüz yıl bayraktarlık yapmış bir ülkede insanın kanını donduracak tespitler yapılabilir. Kuran’ın etrafındaki bütün surlar yıkılmıştır. Medreseler, Kuran kursları kapatılmıştır. Kuran öğrenmek resmen yasaklanmıştır. Ezan susturulmuş, camilerin pek çoğu kapatılmış, ihtiyaç fazlası diyerek yıkılmış, açık kalanlar büyük bir takip altına alınmıştır. Söz gelimi Sultan Ahmed Camisi askeri kışladır. Süleymaniye Camisi’nin bahçesine askerî bir birlik konulmuş, talim bahanesi ile dış duvarlarına zaman zaman kurşunlar sıkılmaktadır. -Dış duvarlarda kurşun izlerini görmek hala mümkündür.- Bu camide Cuma namazlarının sadece üç kişi ile kılındığı bizzat görenlerden hala nakledilmektedir. Aynı şekilde tekkeler, zaviyeler, imarethaneler, dergâhlar tamamen imha edilmiştir. Allah ve Peygamber kelimelerini resmen yasaklayan resmî emirler, basın yayın dünyasını tamamen susturmuştur.
“Çünkü âhir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş” sözü yaşanılan şartları ifade eden bir hakikattir. Böyle bir dönemde değil Avrupa’da bizzat İslam başkentinde mazlumlar için adeta bir fetret dönemi başlamıştır. Bu durumda Avrupa insanı için tebliğin tamamen ihmal edildiği açıktır.
Bu dönemde fetret karanlıklarında kalan mazlum Hıristiyanlar, normal şekilde öldüklerinde fetret hükümlerince ehl-i necattırlar. Aynı insanlar zulmen öldürüldüğünde ise şehitliğe benzer bir mükâfat kazanmaları mümkündür. Bu mana onların diğerlerinden farklı bir mükafat aldıklarını ifade etmek içindir, yoksa İslam’ın yüceltilmesi için cihad ederken öldürülen şehitlerle aynı makamda bulunurlar demek değildir.
Ahir zamanda Hiristiyanların (teslis inancı gibi) itikatlarındaki sapkınlıkları düzeltecekleri, İsa (as)’ın bu esaslar üzerine dünyayı adaletle yöneteceğine dair, çok sayıda hadis ve itikat imamlarınca kabul edilen rivayetler vardır. (Burada bu konuya girmek bahsi uzatır)
İmam Nursî’nin ileri sürdüğü gerekçeler özetlenecek olunursa:
Bir: İslamî tebliği edecek vasıtalar ortadan kaldırılmış, dini terk etme eğilimi bizzat hilafet merkezinde rejim altına alınmıştır.
İki: Son bir iki asır içinde ehl-i kitaba İslam’ı tebliği görevi terk edilmiş, genel kitle fetret karanlıkları içinde kalmıştır.
Üç: Hak din ile yüzleşme imkanı bulunmayan savaşa aleyhtar mazlum halk yığınları, üzerlerine yağdırılan bombalarla imha edilmektedir.
Dört: Hıristiyanlığın batıl itikatlarından bir derece uzaklaşan insaniyet perver yardım cemiyetleri, kendi hayat ve menfeatlerini hiçe sayarak kan ve göz yaşını söndürmek için adeta ateş üzerine atılmaktadırlar.
Sayılan şartlar dikkate alındığında Merhamet-i İlahiyyenin bir düsturunu “ehl-i sünnet imamlarının” görüşleri doğrultusunda beyan etmenin ayn-ı hakikat olduğu görülür.
Çekilen musibetlerin, felsefenin küfründen ve sefahetin taşkınlıklarından gelen günahlara bir kefaret olduğunu, mazlumların kurtulup zalimlerin tam cezasını bulduğunu izah etmek bil-ittifak zamanın imamı için bir görevdir.
SONUÇ:
Fetret adı üstünde geçici bir durumdur. Şartlar değiştiğinde hükümler de değişir. İslamiyet’in, aslî güzelliğine uygun bir şekilde tebliğ edilmesi, mazeretleri ortadan kaldırır. Burada en önemli sorumluluk Müslümanların omuzlarındadır. İslam’ın hakikatlarını davranışları ile hayata geçirmeyen insanlara bakıp, bu din hak olsaydı bu insanlar böyle olmazdı dedirtmemek için gayret edilmeli ve onların veballerini almaktan korkulmalıdır.
Yukarıdaki genel beyanların yanında; tek tek bütün İnsanların Rabbi Allah’tır. Kullarından hangisinin onu sorumlu tutacak bir tebliğ ile yüzleştiğini bilen de yalnızca O’dur. Bu yüzden O “Serîül Hisap” ve Âdil-i Mutlak’tır. Mü’minlere düşen sadece şartlarına uyarak tebliğ yapmaktır. Hayatında hiçbir zaman herhangi bir Hıristiyanla karşılaşmamış, İslam’ı tebliğ için herhangi bir gayrette bulunmamış insanların, onları cehenneme göndermek için gayret göstermelerine gerek yoktur.
Diğer bir husus; insanlar topluca küfre itilirken –ya da bir kısmı severek o yola koşarken- sesinin bütün gücü ile haykırıp insanları Kuran’a çağıran, neşrettiği risaleler ile küfür felsefesinin bütün esaslarını darmadağın eden, rejim altına alınan ilhat hareketini (cemaat halinde) binlerce mahkemede ilmen mağlup eden bir İmam hakkında suizanna sebep olacak ithamlar yapan –Müslüman bildiğimiz- insanların durumudur! Bunlar kendi akıbetlerinden nasıl emin olabilirler! Hangi hislerle O zata dil uzattıklarını kendi kalplerine sormalıdırlar.!
Son olarak medyanın tehlikesine işaret edilmelidir. Son on yıldır özelde İslamî gelişmelere karşı olan batı kaynaklı medya, din adamı kisvesi altında bazı şahısları ekranlara taşımaktadır. Bunların açık etmeseler de asıl niyetleri İslam’a hizmet değildir. Belki de genel kitlenin ya da etkin sınıfların tepkisini çekecek tipleri arayıp bulmak, “korktuğunuz Müslümanların en akıllısı bunlardır” diye istihza etmek, onları diğer Müslümanlar aleyhinde konuşturarak bir taşla birden çok kuş vurmak gayretini güttükleri ehl-i irfan yanında gizli değildir.
Allah her şeyi bilir ve dönüş yalnızca O’nadır.
DİPNOTLAR:
1-Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/396
2-Ali Arslan Aydın, İslam İnançları Tevhid ve İlm-i Kelam
3-Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/56.
4-Elmalı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Beyine suresi, c. 9, s. 5990
5-İmam Gazali ve İman-Küfür Sınırı, Süleyman Dünya (Çev. Y. Doç. Dr. Ahmet Turan Arslan ) Risale yay. S .187-188
6-Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 8/30-34.
7-İmam Gazali ve İman-Küfür Sınırı, Süleyman Dünya (Çev. Y. Doç. Dr. Ahmet Turan Arslan ) Risale yay. S 131
8-Said-i Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 98. Doğuş Matbaası 1958