Öncelikle hemen ifade etmem gereken husus; bu yazımız, daha önce işlediğimiz mevzuya dâir yazmış olduğum yazılara bir lâhika (ek, ilâve ve tamamlayıcı bilgiler) olarak kaleme alınmış olup, herhangi bir şahsa veya zümreye bir cevap, sataşma, ta’rîz ve tenkîs şeklinde asla anlaşılmamalıdır.
Maksadımız; herhangi bir cemaatin önde gelen bir hocaefendisini tenkîd, tenkîs veya itham değil, medâr-ı itiraz noktaları tavzîh, tasrîh ve beyan etmektir. Zaten arzu edilen ve beklenen, esâsında Kur’ân hizmetkârlarına yakışan da münakaşa ve mücadeleye, rekabet ve didişmeye girmeden karşılıklı nâzikâne ve müeddibâne fikir ve görüşlerini serdetmektir.
Bütün meslektaşlarımıza, özellikle aynı çeşmeden âb-ı nûr yudumlayan kardeşlerimize karşı en ufak bir sû-i zannım, hürmetsizliğim ve nakzetmek gibi sû-i edeb bir tavrım ve niyetim kat’iyyetle söz konusu değildir.
Önemli olan; merâm-ı Üstâdânelerinin, dolayısıyla Kur’ânın doğru ve sahîh anlaşılmasına âcizâne katkıda bulunmaktır.
Bu zarûrî açıklamadan sonra meselemize gelecek olursak; birkaç gün evvel gündemi meşgul eden “Hıristiyanların şehitlik meselesi ve fetret ehli” hususunda, Üstad Bediüzzaman’ın mâlum mektubunu, İslâm âlimlerinin görüşleri çerçevesinde açıklamaya çalıştık.
Birbirinin devamı olan her iki yazımıza, muhterem okuyucularımızdan çok sayıda değerlendirme aldığımı ve bundan da çok büyük memnûniyet duyduğumu ifade etmek isterim. Hatalarım varsa tashihini ve Yüce Rabbimizden bağışlanmamı istirham ederim.
Şahsî yorumlar bağlayıcı olmayıp sâdece kişinin kendisini bağlar. İsteyen kabul eder, isteyen etmez. Ama, Edille-i Şer’iyye’ye ittibâ ve kabul mecbûriyyeti vardır.
Oldukça uzun ve teferruatıyla açıkladığımız hususlarda muğlak, izaha muhtaç hususların bulunabileceğini dikkate alarak aşağıdaki tesbitleri dikkatli nazarlarınıza sunuyorum:
1. Bizler Müslümanlar ve tevhîd ehli olarak; hiçbir ferdi Cennete sokma gibi bir yetkiye sahip bulunmadığımız gibi, Cehennemden kurtarma yetkisine ve hakkına da sahip değiliz. Tüm insanlığın hidâyetini arzu eder, teblîğ vazifemize devam ederiz. Zâhire göre hükmeder, Şer’î delilleri ölçü alarak tesbitlerde bulunur, Hikmet ve Rahmet-i İlâhiyye’nin perde arkasına karışmayız. Hüküm Allah’ındır.
2. Fetret ehlinin ehl-i necât olabilmesi ve neticesi itibariyle Cennet ehli olabilmesi için, hakîkî dini işitmemiş, duymamış olması gerektiği gibi; semâvî vahyi tahrîb, tahrîf, tebdîl ve tağyir gibi eylem ve fiillerde bulunmaması gerekir. Hak dini tahrîf edenler, fetret ehli olamazlar.
3. Bu ve benzeri ortaya konan kriter ve ölçüler; Kur’ân, Hadîs ve Müctehidlerin/ âlimlerin ortaya koyduğu delil ve hakikatlarıyla tesbît edildiği gibi, Üstad Nursî’nin bu görüş ve içtihadlarla bire bir örtüşen ’26. Mektub’un, 4. Mebhas, 5. Meselesinde’ , ‘Muhammedün Resûlullah’ demeyen kimsenin ehl-i necât olmasının mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Buyurunuz birlikte okuyalım:
“Saniyen: Mektubunuzda "Mücerred
Kelime-i şehâdetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini ispat eder, birbirini tazammun eder, biri birisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtemü'l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette bütün vusûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necât yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkîkin imamları, Sa’di-i Şirazî gibi derler:
(Yani : Ey Sa’dî! Hz. Muhammed'i (a.s.m.) örnek almadan bir kimsenin selamet ve safa yolunu bulması imkânsızdır.)
Hem
(Yani: Bütün yollar kapalıdır; ancak Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) yolu açıktır.)
“….Fakat Peygamberi işiten ve dâvâsını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenâb-ı Hakkı tanımaz. Onun hakkında yalnız
4. Mektubun son kısmında geçen adem-i kabul; “iman hakikatlarına karşı lâkayt kalmak, gerçekleri, hakikatları araştırmadan, fikir yormaksızın inkâr etmek”, kabul-ü adem ise, “Gerçek olmayan bir fikri, bir görüşü kabul etmek, hakikate aykırı bir tarzda inanmak, ve bunu dava etmek” manasını taşır.
“Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i delil-i sübût, onun delilidir. Kabûl-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.” (Mektûbat)
Yani şu şekilde bir izah getirilebilir: “Adem-i kabulde, bir hakikatı ispat eden hiçbir delili bilmemek, onlarla ilgilenmemek söz konusu. Bu bilgisizlik o adamın inançsız kalmasına yetiyor. Kabul-ü ademde ise o hakikatın yokluğuna delil getirilmesi gerekiyor. Birinci adam şek içinde, şüphe içinde yaşıyor, ama iman şüpheyi kabul etmediği için bu adam da küfür dairesinde kalıyor. İkinci adam ise doğrudan doğruya inkâr yoluna girmiş bulunuyor.”
İyi anlaşılabilmesi için konuyu biraz daha açarsak:
a)Adem-i Kabûl: Adem-i tasdiktir. Yani yalnız kabulün, imanın ve tasdikin olmamasıdır. İmansızlıktır. İman hükümlerini nefiy ve reddetmekten ibârettir. İnanmamaktır. Hakkı kabul etmemektir. Hakikati görmemektir. Doğrudan yüz çevirmektir. Hidayeti terk etmektir. Bir lâkaytlıktır. Bir göz kapamaktır. Cahilâne bir hükümsüzlüktür. Aklen hakla uğraşmamaktır.
Bu yol kolaydır. Çünkü gözünü haktan çevirdin mi, zaten sefahati görürsün. Sefâhet ise nefse hitap eder, ispat ve delil istemez ve çabuk aldatır.
b) Kabûl-ü Adem ise: Dünyada en zor şeydir. Çünkü bu, sadece “inanmamak” değil; “yokluğun kabulüdür.” Îtikâdî ve fikrî bir hükümdür. Yani imanın aksine hükmetmektir. İmanın zıddına bir yol açmaktır. Hakkın aksini ispat etme dâvâsıdır, İnkârdır. (Süleyman Kösmene)
5. Bediüzzaman Hazretleri açık bir şekilde, Hz. Muhammed (a.s.m)’i işittiği halde kabul etmeyenlerin, yani “Lâilâhe İllallah” deyip “Muhammedün Resûlullah” demeyen Yahudi ve Hıristiyanların ehl-i necât ve ehl-i Cennet olamayacağını, Kur’ân naslarıyla ebedî cehennemde kalacaklarını kesin ve kat’î olarak bildirmiş iken, O’nun maksat ve amacına tamamen aykırı bir biçimde “külle” nazar etmeden bazı ifadelerini alıp ters mâna vermek O’na bir iftira ve bir bühtandır.
Yıllardır devam eden ‘Gizli zındıka komitesi’ nin bir tahrîf ve tağyîr oyunudur.
6. Hz. İsâ’nın hakîkî dini, İslâmiyettir. Hıristiyanlık değildir. Âhirzamanda Hz. İsâ’nın geleceğine ve Şerîat-ı Muhammediyye ile amel edeceğine dâir hadîs-i şerifler, O’nun nüzûlüne kesin delâleti olduğu gibi, ileride îsevîlerden bir taife Müslüman olacak, ittifak ederek yer yüzünde İslâm’ı hâkim kılacaklardır.
İşte Üstadımız ifadeleriyle özet olarak diyor ki: “Gelecekte o bahtiyar Îsevî Müslümanlar, İslâmı kabul ederek Müslümanlarla ittifak kurup İslâm’ı hâkim kılacakları gibi, şu zamanda da (İkinci Dünya Savaşında) “Deccâliyyet” komitesiyle savaşan Almanlar içinde İslâmiyet’i işitmemiş, haberdar olamamış ve Hıristiyanlığa tâbi olmuş bir kısım savaş mağduru ve mazlûm, fakir ve ihtiyarlar çektikleri bu musîbet sayesinde İmam Eş’arî’ye göre bir nevi âhiret şehâdeti kazanabilirler.
Avrupa’da ve Rusya’da, hatta çoğu devletlerde medeniyetin rezâletleri etrafa neşrediliyor, felsefe ile zihinler bulandırılıyor, ulûhiyyet fikri aşılanıyordu. İşte bu savaş ve mağduriyetler, söz konusu günahlara karşı bir keffâret ve bir çeşit merhâmet oldu.”
7. İkinci Dünya savaşı esnasında biri olumlu, biri olumsuz iki gurup vardı:
a) O gizli ecnebi komitesidir ki, İlâhî hükümleri ve mukaddes değerlerle çarpışıp dinsizliği öne çıkarıyor, insanlığın huzur ve mutluluğunu kaçırıp (bu gün İslâm ülkeleri ve Müslümanların düzen ve intizamını, güven ve huzurunu bozup zulmettikleri, vahşet ve katliam yaptıkları gibi) insanlığı kargaşa ve felâkete sürüklüyorlardı.
b) O ecnebi gizli komiteye karşı insanlığın barış ve esenliğini temine çalışıyor, mukaddes değerleri ve insan haklarını korumak ve kollamak için mücadele ediyordu.
İşte musibetin kendileri hakkında rahmet olduğu kesim bu ikinci guruptur.
8. “Her kim, İslâm’ın dışında bir dîn ararsa, o aradığı dîn o kimseden kabûl olunmaz ve İslâm’ın gayrı dîn arayan kimse âhirette zarâr edenlerdendir.” (Âl-i Imrân, 3/85)
“Yahudi ve Hıristiyanlar, hak din olan ve Allah katında tek din olan İslâm dinini, din olarak kabul etmiyorlar. Belki ruhbânlarının ve ahbârlarının icad ettikleri bir dine inanıyorlar.” (Tevbe Sûresi, 9/29)
Daha bunlar gibi onlarca pek çok âyât-ı Kur’âniyye ve hâdîs-i şerîfin hükmünce Allah indinde tek dîn İslâm’dır. Hz. Îsâ (as) da bütün peygamberler gibi Müslümandır. Hıristiyanlık ve Yahûdîlik ise, Hz. Îsâ ve Hz. Mûsâ’nın (aleyhimasselâm) vâsıtasıyla gelen dînler değil, ahbâr ve ruhbânın ihdâs ettiği bâtıl dînlerdir. O hâlde, âhirzamânda Hz. Îsâ (as) gelecek ve dîn-i hakíkísi olan İslâmiyyeti insânlara kabûl ettirecek ve Kur’ân’ın nassıyla tahrîf edilmiş olan Hıristiyanlığı kaldırıp, İslâm dinini cihâna hâkim edecektir. Hem ayrı bir şerîat getirmeyecek, Şerîat-ı Muhammediyye (asm) ile amel edecektir. Çünkü, Resûl-i Ekrem (asm) son peygamberdir ve Onun şerîatı kıyâmete kadar devâm edecek ve nesh olmayacak son şerîattır.
Demek, Hz. Îsâ (as) ve Havârîleri Müslümandılar, Hıristiyan değildiler…
9. “Hıristiyan” tabiri ile “İsevî” veya “îsevî Müslümanlar” tabiri farklı şeylerdir. Üstad Said Nursî’nin bahsettiği “îsevîler”in bugünkü Hıristiyanlar olduğu nasıl iddia edilebilir.
“Ve Kur’âna iktidâ ederek, o Îsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi’ ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak…” ifadeleriyle de, İslâm’ın dışındaki Hıristiyanlık gibi diğer bütün dinlerin bâtıl olduğu, bugünkü Hıristiyanların ehl-i necât olamıyacakları, Üstad’ın bahsettiği o ‘bahtiyar Îsevîler” in Kur’ân’ı ve Resûl-i Ekrem (s.a.v)’i kabul eden “Müslüman Îsevîler” (15. Mektup) olduğu net olarak anlaşılmaktadır.
10.Şu Hadîs-i Şerîf bu hakikatı açıkça isbat etmektedir:
“Hz. Peygamber (asm) Necran heyetine İslâmiyeti anlattı, onlara Kurân’ı okudu. Onlar ise İslâmiyeti kabul etmediler ve dediler ki: ‘Biz senden önce Müslüman idik.’ Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) onlara şöyle dedi: ‘ Siz yalan söylüyorsunuz. Zira üç şey sizi İslâm’dan men ediyor:
1) Salîb’e (Haç işaretine) tapmanız,
2) Domuz eti yemeyi helâl saymanız,
3) Allah’a veled (çocuk) isnad etmeniz. “ (es-Sîretü’z-Zeynî Dehlan)
Demek ki, onların haça, heykele ve resimlere ta’zim etmeleri şirklerini daha da artırmaktadır.
11.Günümüzde de Yahûdîlik ve Hıristiyanlığın Tevrât ve İncîl’e dayalı gerçek Mûsevîlik ve Îsevîlikle hiçbir ilgisi yoktur. Her iki Peygamber de Hz. Muhammed (s.a.v) ve bütün peygamberler gibi İslâm’ı insanlara teblîğ etmişlerdir.
Şu zamandaki Yahûdîlik ve Hıristiyanlık, ahbâr ve ruhbânların icad ettikleri bir din olup, bâtıl ve muharref olan bir dini kabul etmektedirler. Ahbâr ve ruhbânlar rubûbiyetlerini dâva etmekle Allah’a şirk koşmuş, Yahûdî ve Hıristiyanlar ise, onları kendilerine “Rabler” edinmekle (Tevbe sûresi, 31) “müşrik” olmuşlardır.
Netice olarak deriz ki: Müslümanların i’tikadları üzerinde oyunlar oynanmaktadır.
“Ilımlı İslâm” projesi sinsî bir şekilde İslâm âleminin inanç ve itikad esaslarını tehdît eder bir durum almıştır.
Güya üç dinin mensupları el ele vererek “Sırat”ı geçme ve Cennete girme provalarıyla, Kur’ânsız, Hadîs’siz, Hz. Muhammed (sav)’siz, Sünnet-i seniyye’siz bir dînin, bir anlayışın hayallerini kurmaktadırlar.
Allah’ın izniyle çabaları boşa çıkacak, sonunda zelîl ve perişan olacaklardır inşâallah…
İnşâallah bir başka yazımızda “Tahrîf edilmek istenen İslâm ve sinsî plânlar” konusunu dikkatlerinize arz etmeye çalışacağız.
Bu yazının daha iyi anlaşılabilmesi için (okuyamayan kardeşlerimizin) konu ile alakalı önceki iki yazımızı okumalarını âcizâne tavsiye ederim.
Kusur bizden, hidâyet ve tevfîk Allah’tandır.