Diyarbakır Kültür Merkezi (DKM) tarafından hazırlanan üniversite seminerinde bu hafta “Rü’ya ve Hiss-i Kablel Vuku” konusu; “Rüyanın Mahiyeti”, “Rüyanın Çeşitleri” ve “Hiss-i Kablel Vuku” başlıkları altında işlendi. Mahmut Çit tarafından sunulan seminerin içeriği ise şöyle:
1-Rü’yanın Mahiyeti
Bilimsel olarak Rüya, uykunun genel ve karakteristik özelliklerinden biri olup, uykunun hızlı göz hareketi (REM) adlı evreleriyle yakından ilişkili bulunan, görsel ve işitsel algı ve duygulardır. Rüyaların biyolojik içeriği, işleyişi ve maksatları tümüyle anlaşılmış değildir. Çeşitli inanışlara ve tahminlere de neden olan rüyalar, her zaman için ilginç ve yoruma açık bir konu oluşturmuşlardır. Farklı psikoloji ekollerinin, parapsikologların ve deneysel spiritüalistlerin rüyaları farklı biçimlerde açıklama çabaları olmuştur. Rüyaların işleyişinin açıklanması bilimsel topluluğun genel kabulüne göre varsayımlar düzeyinden öteye pek gidememiş olup, rüyalar halen esrarını korumakta olan bir inceleme alanını oluşturmaktadır. Rüyaların bilimsel incelenmesi oneiroloji adını alır. Rüyaların çoğu yalnızca 5 ile 20 dakika arasında bir süre sürer. Normal bir gece uykusunda 60-90 dakikada bir başlamak üzere uykusu boyunca 4-5 kez REM dönemi yaşanır; REM evrelerinden her biri ortalama 20-25 dakika sürer. Ortalama olarak insan, ömrünün yaklaşık 6 yılını rüya görmekle geçirmektedir.
Rü’yalar eskiden beri hep bir merak konusu olmuşlardır. Bazen yarım kalan işlerimizin devamını rü’yamızda tamamlarız. Bazen yapmayı planladığımız işler rüyamıza girer. Etkilendiğimiz olaylar, okuduğumuz bilgiler, izlediğimiz filimler yani dikkatimizi ne çektiyse rü’yalarımızda görürüz. Çoğunu da önemi olmadığı için unuturuz. Önemli olanlar ise bizim için önemi nisbetince aklımızda kalır. Zaten çok önemli bir mesele dahi olsa, eğer biz önemsemezsek, unuturuz. Bu yüzden her daim dikkatli olmak gerekir, rü’yada dahi. Rü’ya âlemi en başta çok fantastik gibi gelir. Uyanık iken yapamadıklarımızı rü’yalarımızda yapabiliriz. Mesele uçabiliriz, çok güçlü olabiliriz, özel yeteneklerimiz olabilir ve artık kendi kuvve-i hayaliyemizle neler hayal edebilirsek. Rüyadayken rüyada olduğumuzu hatırlamamız mümkündür. Mektubat’ta şöyle bir ifade geçiyor:
Nasıl ki iki adam bir rü’yada cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü’yada olduğunu bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. “Ben uyansam bu lezzet kaçacak” diye düşünür. Diğeri rü’yada olduğunu bilmiyor. Hakiki lezzet ile hakiki saadete mazhar olur.
Evet, rü’yadayken rü’yada olduğumuzu bilirsek oradaki her şeyin geçici olduğunu bildiğimizden o rü’yadan önceki gibi lezzet alamayız. Yalnız, rü’yadayken rü’yada olduğumuzu anlamamız kolay kolay olmaz. Ya çok saçma bir şey olur ki biz deriz bu rü’yadır. Ya da uyumadan önce rü’yadayken rü’yada olduğumuzu hatırlayacağımızı ciddi niyet etmemiz gerekir ki işte o zaman bazen rü’yada bilinçli olabiliriz.
Rü’yadayken bazı şeyler normalden çok daha abartılı olabilir. Mesela gerçekte bir iğne batması, rü’yada bir kurşun yarası gibi olabilir. Çünkü ruhun cesetle bağlantısı vardır. Yine Mektubat’ta şöyle bir hikâye-i temsiliye geçiyor:
Bir zaman ehl-i kalb iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi “Uykum geldi” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder, bakar ki; sinek gibi bir şey, yatanın burnundan çıkıp, süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, bir geven altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer: o da uyanır. Der ki: “Ey arkadaş! Acib bir rü’ya gördüm.” O da der: “Allah hayır etsin, nedir?” Der ki: “Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acib bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altun dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?”
Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik de şu gevendir. O mağara da, şu küçük deliktir. İşte kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.” Kazmayı getirir. O gevenin altını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ud edecek altunları buldular.
Kur’an’da çok ayetler rü’yada ve nevmde perdeli olarak ehemmiyetli hakikatler var olduğunu gösterir. Bunlardan bazılarına kısaca değinelim. Mesela Sure-i Yusuf’ta Hz. Yusuf Aleyhisselam, rüyasında 11 yıldızla güneşi ve ayı görüyor ve onların kendisine secde ettiklerini görüyor. Sonra babası Hz. Ya’kub Aleyhisselam, yavrucuğum, rü’yanı sakın kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır, diyor. Yine Yusuf Suresi’nde, Hz. Yusuf Aleyhisselam zindana atıldığında oradaki iki delikanlıdan biri rü’yasında şarap sıktığını görüyor, diğeri de rü’yasında başında taşıdığı ekmeği kuşların yediğini görüyor. Hz. Yusuf Aleyhisselam, rü’yaları; “biriniz efendisine şarap içirecek, diğeriniz de asılacak ve kuşlar onun başından yiyecek” şeklinde yorumluyor. Sonra Kral rü’yasında yedi arık ineğin yediği yedi semiz inek ve yedi yeşil başak ve yedi kuru başak görüyor ve Hz. Yusuf Aleyhisselam bunu yedi yıl bereket ve yedi yıl kıtlık olarak yorumluyor. Yine وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا yani mealen “Uykunuzu bir istirahat kıldık” gibi ayetler rü’yada ve uykuda ehemmiyetli hakikatler var olduğunu bize gösteriyorlar.
Rü’ya, hayır iken, bazen aksi-i hakikatle göründüğü için şer telakki edilir, ye’se düşürür, kuvve-i maneviyeyi kırar, su-i zan verir. Çok rü’yalar var ki sureti dehşetli ve zararlı iken tabiri ve manası çok güzel oluyor. Herkes rü’yanın suretiyle manasının hakikati arasındaki münasebeti bulamadığı için, lüzumsuz telaş eder, meyus olur, keder eder.
Mesela Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu vesselam’ın süt halası Ümmühani, bir gece rü’yasında Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu vesselam’ın ciğerinin alınıp kendi kucağına atıldığını görüyor ve çok korkup endişe ediyor. Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu vesselam ise, “rü’yaların bazen görüntüsü korkulu olabilir, ama işareti sevindirici olur. Nitekim benim ciğerim gibi seveceğim bir torunum dünyaya gelecek, sen de kucağına alıp emzirecek, sütannelik edeceksin.” şeklinde yorumluyor.
Üstad da rü’ya bazen aks-i hakikatle göründüğü cihetiyle İmam-ı Rabbani gibi diyor
نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ غُلاَمِ شَمْسَمْ اَزْشَمْسِ مِى كُويَمْ خَبَرْ
Yani “Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki, size ondan haber getiriyorum.”
2-Rü’yanın Çeşitleri
Rü’ya üç nevidir. Bunlardan ikisi Kur’an’ın tabiriyle, اَضْغَاثُ اَحْلاَمٍ da dâhildir. Yani mealen karma karışık, tabire değmez rü’yalardır. Bu iki kısmın manası varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacın sapmasından, yani kişinin mizacında ve yapısında asabiyet, öfke varsa ona yönelik öfkeli, kavgalı şeyler, mizacında güzellik varsa ona göre güzel bahçeler, hoş sohbet tarzında kişinin hayali o mizaca göre kurgular, senaryolar ve sentezler yapıyor. Yahut da gündüz veya daha evvel, hatta bir iki sene evvel aynı vakitte başına gelen ve onu etkilemiş, heyecanlandırmış olan hadisatı hayal hatırlar, şekil verir ve tasvir eder, başka bir şekil verir. Mesela belki bundan bir iki sene evvel yine bu zamanlarda bizi etkileyen bir olayı rü’yamızda hatırlayıp farklı şekillerde görebiliriz. İşte bu iki kısım اَضْغَاثُ اَحْلاَمٍ dır. Tabire değmiyor. Karma karışık, tabire değmez rü’yalar.
Üçüncü kısım ki, rü’ya-yı sadıkadır. İnsanın vücudunu kanı hücrelere pompalayarak besleyen maddi bir kalp vardır. Tıpkı bunun gibi insanın manevi duygularını da besleyen bir merkez vardır, bir latife-i Rabbaniye vardır ve bu merkeze de yine kalp denmiş. Bizim bu manevi kalbimiz de ilhamın geldiği, manevi zevkleri alıp hisseden, sevgi ve üzüntü gibi manevi duygularımızı besleyen bir latife-i Rabbaniyedir. Bizim bu dünyaya bakan yani âlem-i şehadete bakan bir gözümüz vardır. Bir de bunun gibi bizim âlemi gayba ve diğer manevi âlemlere bakan, rüyadayken de gördüğümüz bir gözümüz vardır. Bizim âlem-i şehadete yani bu gördüğümüz âleme bakan gözümüz kapandıkça kişinin derecesine ve velayetine göre âlem-i gayba bakan gözümüz açılır. Ve bazen o göz, vukua gelmeye hazırlanan hadiselere bakar. Bizim o gözümüz, o latife-i Rabbaniye her şeyin yazılı olduğu Levh-i Mahfuzun cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin nümuneleri türünden birisine rast gelir, bazı gerçek olayları görür.
İşte padişahın gördüğü o rü’ya, rü’ya-yı sadıkadır. Ancak padişahın hayali, o hakikate sırt ve toprak elbiselerini dikmiş. Bu yüzden rü’yalar herkese anlatılmaz. Hayalin nasıl elbiseler giydireceğini bilebilen âlimler rü’yaları tabir edebilirler. Mesela Hz. Yusuf Aleyhisselam rüyaları tabir ederdi.
Bu rü’ya-yı sadıkanın çok çeşitleri ve tabakaları var. Bazı, aynen göründüğü gibi çıkar, bazen bir ince perde altında çıkıyor, bazen kalınca bir perde ile sarılıyor. Hadis-i Şerif’te gelmiş ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatu Vesselamın bidayet-i vahiyde gördüğü rü’yalar, yani vahyin gönderilmeye başlamasındaki rü’yalar subhun, sabahın inkişafı gibi zahir, açık, doğru çıkıyordu.
3-Hiss-i Kablel Vuku
Rü’ya-yı sadıka, hiss-i kablelvukunun fazla inkişafıdır. Hiss-i kablelvuku ise, az ya da çok herkeste vardır. Kalbime geldi hissidir. Hatta hayvanlarda dahi vardır. Hatta Üstad, zahiri batıni yani dış ve iç meşhur duygulara ilave olarak, insanda ve hayvanda “saika” ve “şaika” namıyla iki hissi ilmen bulmuş. Saika bir sevk edilmedir. Şaika ise o sevkiyatta bir şevktir. Üstadın deyişiyle “Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere, hata ederek, ahmakçasına, “sevk-i tabiî” diyorlar. Hâşâ, sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtri olarak, insan ve hayvanı kader-i İlahî sevk ediyor.
Allah insanlara, hayvanlara, bitkilere ve hatta cansızlara dahi bir görev ve vazife vermiş. İnsanların bir kısmına hizmet vazifesini vermiş. Hayvanlara çeşitli görevler vermiş. Yani herkesin bir vazifesi ve sevkiyatı var.
Mesela kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderi ile gider, gözüne ilaç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.
Mesela akdenizdeki bir somon balığı, amerikada yumurtadan çıkmışsa yumurtlama zamanı geldiğinde o saika hissiyle amerikaya sevk edilir. Ve o balığa, vazifesi için bir şevk verilir. Yani somon balığı içgüdüyle değil, o şaika ve saika hisleriyle akıntılara karşı yüzerek yumurtladığı yere ulaşıp yumurtalarını bıraktıktan sonra ölüyor.
Hem rû-yi zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevi hayvanatın cenazelerini kaldırmakla vazifeli kartal gibi leş yiyen kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderi ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamıyla ve o saika-i İlahi ile bildirilir ve bulurlar.
Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu, yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeyi gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderi ile ve o saika ilhamıyla döner, yuvasına girer.
Hatta hepimiz başına gelmiştir, birisinden bahsederken kapı açılır ve bahsettiğimiz kişi kapıdan gelir. Hatta Kürtçe bir atasözü varmış. نَاﭪِ گُرْبِينَه پَالاَنْدَارْ لِى وَرِينَه
Yani, “Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünkü kurt geliyor.” Bunun Türkçesi de sanırım “İti an, çomağı hazırla” oluyor. Demek ki bir hiss-i kablel vuku ile, manevi duygularımızı besleyen kalp dediğimiz latife-i Rabbaniye, o adamın gelmesini veya o kurdun gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için, kasten değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevk eder.
Mesela kendi aramızda dershanede bazen bir kardeşimizle aynı şeyi düşünebiliyoruz. Veyahut da annemizi, babamızı, herhangi bir kardeşimizi veya bir dostumuzu telefonla aramak aklımıza geliyor. Bir gün, iki gün, üç gün erteliyoruz. Sonra bir bakıyoruz ki o bizi aramış. İşte ya, o, bizim arayacağımızı hissi kablelvuku ile hissedip bizden erken davranmış. Ya da biz onun arayacağını hissedip onu aramayı düşünmüşüz.
Daha bu ve buna benzer pek çok şey var. Dikkatli bakarsak görebiliriz. Üstadın deyişiyle: Hatta bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hali bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salahatte ve bahusus ehl-i velayette bu hiss-i kablelvuku fazla inkişaf eder, kerametkarane asarını gösterir. İşte umum avam için dahi bir nevi velayete mazhariyet var ki, rü’ya-yı sadıkada, evliya gibi, gaybi ve istikbali şeyleri görüyorlar.
Evet, uyku nasıl ki avâm için rüya-yı sadıka cihetinde bir mertebe-i velâyet hükmündedir. Öyle de, umum için, gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbâniyenin seyrangâhıdır. Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fena ahlâklı, fena düşündüğünden, fena levhaları görür.
Hem herkes için, âlem-i şehadet içinde âlem-i gayba bakan bir penceredir. Hem sınırlı ve fâni insanlar için, geniş bir meydan ve bir nevi bekàya mazhar ve mazi ve müstakbel, hal hükmünde bir temâşâgâhtır, seyir yeridir. Hem hayattaki yükümlülükler altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların istirahatgâhıdır. İşte bu gibi
sırlar içindir ki, Kur’ân-ı Hakîm, وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا yani mealen “Uykunuzu bir istirahat kıldık” nev’indeki ayetlerle, hakikat-i nevmiyeyi ehemmiyetle ders veriyor.
Şimdi, bu hiss-i kablelvuku’nun Üstad’daki tezahüratına değineceğiz. Üstad rü’ya meselesini altı nükte-i hakikatte beyan ederken, altıncısına en mühimi diyor.
“Rüya-yı sadıka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiş ve pek çok tecrübâtımla kader-i İlâhînin herşeye muhît olduğuna bir hüccet-i kàtı’ hükmüne geçmiştir. Evet, bu rüyalar, benim için, hususan bu birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki, meselâ yarın başıma gelecek en küçük hâdisât ve en ehemmiyetsiz muamelât ve hattâ en âdi muhaverat yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu; ve gecede onları görmekle, dilimle değil, gözümle okuduğum bana kat’î olmuştur. Bir değil, yüz değil, belki bin defa, gecede, hiç düşünmediğim halde gördüğüm bazı adamlar veyahut söylediğim meseleler, o gecenin gündüzünde, az bir tabirle aynen çıkıyor. Demek, en cüz’î hâdisat, vukua gelmeden evvel hem mukayyettir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok; hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir.”