Hiyerarşi olmayan bir zemin olabilir mi?

Halil KÖPRÜCÜOĞLU

Cemaat manasına itiraz, Risale-i Nur dışında kitap okumamak (!) gibi asılsız, eksik iddialarının yanında bazı müminler bilhassa “hiyerarşı olmamalı (!)” manasına da takılmışlar! Çeşitli makale ve sohbetlerinde tekrar tekrar bu manayı (!) işliyor, bu manasız meselede ısrar ediyorlar. Hatta farkına varmıyor olabilirler, ama kendilerini hiyerarşinin tepesinde görmek, kimsenin müdahalesine açık olmamak gibi garip bir hali mi özlüyorlar, tevehhüm ediyorlar acaba?

Çünkü Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hattâ, mevhum bir rububiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder.” (Mektubat,568)

İnsanlar fıtri olarak görmek ve görünmek ister, fıtri bir hubbu cah arzusu vardır. Elbette Rabb-i Rahimimiz rızası en üstünü olmalıdır bu mananın. Başka tarzda helal şekilde bunun tatmini de vardır. Camideki üç grup ve doğru tercihin önemini anlatır Üstadımız…

Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda… koridorlarda haylâz çocukların, cami yakınında, pencerelerde serseri ahlâksızların, ecnebîlerden eğlence-perest seyirciler bulunsa; eğer güzel bir sadâ ile… Kur'ân'dan bir aşir okunsa, binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, dualar ederler. Mele-i âlânın sakinleri bile ona serfüru ederken; haylâz çocukların, serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebîlerin hoşuna gitmez, memnun olmazlar.

Bizler mele-i âlânın sakinlerinin, müminlerin hürmetini kazanmak, dualarını almak, sözümüzü dinletmek istiyorsak böyle bir tarzı seçmeliyiz. Helal şekilde bu hislerimizi tatmin etmeye çalışmalıyız. Fıtrî hiyerarşiyi reddetmeye kalkmamalıyız. (Mektubat, 588)

İnşallah hiyerarşiyi, efdal olmadaki derecâtı, büyüklük farklılıklarını reddetmenin temelinde; hiyerarşinin en üst basamağında olmak, öyle keyfemâyeşâ yaşamak, eslâf-i îzamın irşadatından mahrum olmak pahasına fikir beyan etmek olmasın.

Ekip halinde çalışmak, şura, cemaat olmak, sosyal hayat, fıtri bir otorite, hiyerarşi meydana getirir. Ancak bu ferdiyeti, şahsiyeti zedeleme, mütehakkim olma, özel hallere karışma, her şeye müdahale etme anlama gelemez, gelmemeli.

“S- Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

C - Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız. (Tarihçe, 107)

"Ey aklı nakl üzerine tercih eden mütefelsif, bil ki! Sen kendi felsefî aklınla nakli tevil ediyor, belki de tahrif ediyorsun. Öyledir, zira gururdan ve felsefiyatta tegalguldan tefessüh etmiş olan aklın ona dar gelir." (Mesnevî, 208, Esasat-ı Nuriye – 17)

BU KONUDA ÖLÇÜ NEDİR?

"Şeytanın evvelki desiselerine karşı mü'minin tahassungâhı, muhakkıkîn-i asfiyanın düsturlarıyla hudutları taayyün eden hakaik-i imaniye ve muhkemât-ı Kur'âniyedir." (Lem'alar)

Yani esasat-ı diniyenin tesbit salahiyeti, muhakkikîn-i asfiyaya verilmiştir. (Esasat-ı Nuriye, 14)

"Din ve şeriat-ı İslâmiyenin sahibi olan Fahr-i Âlem asm. iki cihanın sultanı, şark ve garb ve Endülüs ve Hind birer taht-ı saltanatı olduğundan, din-i İslâmın esâsâtını bizzat kendisi gösterdiği gibi, o dinin teferruatını ve sair ahkâmını, hattâ en cüz'î âdâbını dahi bizzat o getiriyor, o haber veriyor, o emir veriyor. Demek, füruat ı İslâmiye, değişmeye kabil bir libas hükmünde değil ki, onlar tebdil edilse esas-ı din bâki kalabilsin. Belki, esas-ı dine bir cesettir, lâakal bir cilttir. Onunla imtizaç ve iltiham etmiş kabil-i tefrik değildir.

Onları tebdil etmek,

Doğrudan doğruya Sahib-i Şeriati inkâr ve tekzip etmek çıkar. (Esasat-ı Nuriye – 15)

"Bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulüddin ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbanî gibi muhakkıkîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir.

Ve daima nefsini itham etmektir." (Mektubat s, 447 /Mesnevi-i Nuriye s, 14) "Şeytanın evvelki desiselerine karşı mü'minin tahassungâhı, muhakkıkîn-i asfiyanın düsturlarıyla hudutları taayyün eden hakaik-i imaniye ve muhkemât-ı Kur'âniyedir." (Lem'alar, 75)

HİYERARŞİYE NE ZAMAN KARŞI GELİNİR?

İslâm’a göre Allah ve Peygamberler dışında hiçbir varlık mutlak ve sınırsız bir itaate layık değildir. İslâm, “ülü’l-emr” olarak isimlendirilen yöneticilere sınırsız yetkiler vermez. Onlara kayıtsız şartsız itaat etmeyi de emretmez. “Allah’a isyanın olduğu yerde mahlûka itaat edilmez.” (Buharî, Kitabu’l-âhâd 1) Hadisi, itaatle ilgili genel bir ölçü vermektedir. Allah Resûlü’nün asm, “İtaat, sadece maruf (makul ve meşru) işlerde söz konusudur.” (Buharî, ahkâm 5); “Masiyet emredildiğinde itaat edilmez.” (Buharî, ahkâm 43) şeklindeki Hadisleri de itaatin sınırlarını göstermektedir.

Fakat kesinlik ifade eden, belki bizleri daha ziyade bağlayacak bu bilgiye ne denebilir:

“Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Malik, Şâfiî, Ahmed ibni Hanbel şahların, aktabların fevkindedirler. Fakat hususî faziletlerde Şâh-ı Geylânî gibi bazı harika kutuplar, bir cihette daha parlak makama sahiptirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarikat şahlarının bir kısmı müçtehidlerdendir. Onun için, umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir denilmez.

Fakat Eimme-i Erbaa, Sahabeden ve Mehdi’den sonra en efdallerdir denilir.” (Mektubat, 396) Bu sıralama akıl, idrak ve naklin hikmetli bir verisi olarak iddiacı arkadaşların dermanını kesecek derinliktedir.

(Devamı var)

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.