Mürşidini, cemaat önderini, liderini Hızır gibi görüp Kuran’a ve Allah’a dayanarak(!) diğerlerinin gemisinin altını delmeye ve mensuplarına husumetle davranmaya, çoluk-çocuğuna kıymaya ve yıkılmaya yüz tutan ahalinin duvarlarını düzeltmeye çalışanların sayısının çok farklı kesimlerde azımsanamayacak kadar çok olduğunu üzülerek ve biraz da dehşete düşerek fark ettim.
Bir yerlerde yanlışlık olduğu kesin, öyleyse özgün ve bozulmamış kaynaklarla başlayalım analize. Kuran’a ve Peygamberimize bakalım, bir sonraki yazımızda da Üstadımız ne demiş ortaya koyalım. Buralardan bulduğumuz ölçüleri, çıkarımları ve akıl yürütmeleri zamanımıza uzatalım ve kıssadan hisse derslerimizi çıkartalım.
Gelin hep birlikte zihnimizdeki bilgileri tazeleyelim…
Kehf Suresinin 60-82 arasındaki ayetleri Hz. Musa’nın Allah’ın kullarından bir kul (bahsedilen kul, çoğunluğun görüşüne göre Hızır (a.s.)’dır. Fakat Kuran, bu “kul”un kim olduğundan söz etmemiştir) ile görüşmesine ilişkindir.
İlk buluşmanın gerçekleşmesi ve o kulun özellikleri 65. Ayet te açıklanmaktadır:
“Derken ikisi kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan ledünni (gizli) ilmimizden bir ilim öğretmiştik.”
Devam eden ayetlerde Cenâbı Hak ağırlıklı olarak ikili konuşmaları buyurduğu için bundan sonraki kısmı diyalog şeklinde aktaracağız.
Musa: Rüşde ulaşmak üzere, sana öğretilenden bana öğretmen için, sana tâbî olabilir miyim?
O Kul/Zat: Sen benimle birlikte iken sabıra güç yetiremezsin, ihata edemediğin ve haberdar edilmediğin bir şeye nasıl sabredeceksin?
Musa: Allah dilerse sen beni sabreden ve emirlerinde sana uyan olarak bulacaksın.
O Kul/Zat: Bana tabi oluyorsan ben sana bahsedinceye kadar anılacak olanlardan bana bir şey sorma.
Böylece ikisi bir gemiye bininceye kadar gittiler, o zat gemiyi deldi.
Musa: İçindekileri boğmak için mi onu deldin? Ant olsun ki sen müthiş bir şey yaptın!
O Kul/Zat: Ben sana sabrederek benimle beraber olmaya asla güç yetiremeyeceğini söylemedim mi?
Musa: Unutmam sebebiyle beni paylama ve bana işimde güçlük çıkarma!
Böylece ikisi bir erkek çocuğu ile karşılaşıncaya kadar gittiler. O zat çocuğu öldürdü.
Musa: Sen bir nefsin karşılığı olmaksızın temiz bir nefsi mi öldürdün? Ant olsun ki sen kötü bir şey yaptın!
O Kul/Zat: Ben sana demedim mi muhakkak ki sen benimle beraberliğe sabretmeye güç yetiremezsin!
Musa: Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme. Benden alacağın özre ulaştın!
Böylece yine yola koyuldular. Bir beldeye geldiler ve ahaliden yemek istediler. Onlar ise bu ikiliyi ağırlamaktan çekindiler. Orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. O zat o duvarı doğrulttu.
Musa: Eğer dileseydin buna karşı bir ücret alırdın.
O Kul/Zat: Bu benimle senin aranda ayrılmadır. Sabretmekte güç yetiremediğin şeyler hakkında onları izah ederek seni bilgilendireceğim.
Gemiden başlayalım: O gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Ben onu kusurlu yapmayı istedim, çünkü ileride onların karşılaşacağı, her tekneyi gasp ederek el koyan bir Melik vardı.
O küçük erkek çocuğa gelince: Onun ana-babası iman eden kimselerdi. Onları azgınlığa, eşkıyalığa, inkâra ve küfre sürüklemesinden korktuk. Böylece, Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk vermesini diledik.
Duvara gelince: O, şehirdeki iki yetim erkek çocuğuna aitti. O duvarın altında, iki yetim çocuğa ait bir hazine vardı. Ve babaları da sâlih idi. Bundan dolayı Rabbin diledi ki, o iki çocuk buluğ çağına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bu işleri kendi hükmümle yapmadım! İşte senin sabretmeye katlanamadığının izahı / tevili / içyüzü budur.
Devamındaki ayetler ise (82 ve sonrası) Zülkarneyn ile ilgilidir.
Yukarıda ifade edilmeye çalışılan ayetlerin manalarından aşağıdaki çıkarsamaları yapmak mümkündür:
1. "Kullarımdan bir kul" diye buyurmaktadır Hz. Allah. Bu kul Hızır olarak yorumlanmıştır, o zaman hızırlarından bir Hızır olarak anlamak doğru olacaktır. Yani Allah’ın bu niteliklere sahip başka kulları da olabilir. Farklı zamanlarda farklı kullarını Hızır olarak görmek mümkün olabilecektir.
2. Bu kulun Hadis-i Kudsi’deki kullardan bir kul olabilme ihtimali de yüksek gözüküyor (Buhârî, Rikak 38. Hz. Ebu Hüreyre ra anlatıyor):
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu: "Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem."[1]
3. Bu kulun peygamber olduğuna dair açık bir hüküm yoktur.
4. Hz. Musa, Hızır'a öğretilen ve onu rüşde ulaştıran ilmi öğrenmek üzere ona tabi olma talebinde bulunuyor.
5. Hz. Musa ile Hızır’ın arasında geçen konuşmalardan ikisinin de buluşmadan önce bu randevudan haberdar oldukları gibi, birbirlerinin özelliklerini de bildikleri anlaşılmaktadır. Zaten Sahihi Buhari de geçen bir Hadisi Şerife göre Peygamber Efendimiz bu olayı anlatmıştır:
“Mûsâ Peygamber Benî İsrâîl içinde hutbeye kalkmıştı. Kendisine: "En çok âlim olan kimdir?" diye soruldu. "En âlim benim." diye cevap verdi. İlmi Allah`a havale etmediğinden dolayı Allâh ona ıtâb etti. Allâhu Teâlâ: "İki denizin bitiştiği yerde kullarımdan biri var. O senden daha âlimdir." diye ona vahyetti. "Yâ Rab, ona nasıl yol bulayım?" dedi. Ona: "Bir zenbil içinde bir balık taşı. Onu nerede kaybedersen oradadır." denildi. Gitti, hâdimi Yûşa` b. Nûn (as)ı da götürdü.”[2]
6. Allah Âdem’e bütün isimleri öğretmiştir ve tüm varlıklara Âdem’e secdeyi emretmiştir. Hızır’a ise tüm isimlerin öğretildiği belirtilmemekle beraber Allah, kendi katından, gizli ledünni ilminden bir ilim verdiğini buyurmaktadır.
7. Hızır’ın, Allah’ın peygamberleri aracılığı ile indirdiği dinlerin hükümlerine bağlı olmadığı, Hz Musa’nın bunları kabullenememesinden anlaşılmaktadır.
8. Musa Allah’ın emirlerini, Hızır dileklerini yerine getirmektedir.
9. Hızır’ın bir ümmeti, cemaati, tarikatı yoktur. O yüzden cemaati ve müritleri olanların, “Peygamberlerin varisleri olabilecek âlim statüsü ”ne kavuşmuş olmaları durumunda (dahi), uyup takip edecekleri Hz. Musa’dır, Hızır değildir. Bunlar Hızır’ı taklit edemezler.
10. Hızır’ı anlı-şanlı hoca efendiler, şeyhler arasında aramayalım. Terzi Baba, kasap Yaşar, bardakçı Fehmi ya da pazarcı Fikret veya gazeteci- yazar Şükran, CEO Güler de pekâlâ Hızır olabilir. Bizler yakıştırmasak bile en azından Allah’ın buna güç yetireceğinden hiçbirimizin şüphesinin olmaması gerekir.
11. Dinler adaleti emretmekle beraber, bazen adaletsizlik olarak gözüken şeyler/olaylar ilahi adaletin tecellisi olabilir.
12. Bu olayların ilahi adaletin tecellisi olduğunu bizler öncesinde bilemediğimize göre, bizlerin sorumlu olduğu alan Hz. Musa gibi davranmaktır.
13. Ancak bu adaletli tavırlara rağmen gelişmeler farklı sonuçlar doğuruyorsa yapmamız gereken bunda bir hikmet, ilahi adaletin tecellisini ya da farklı bir görevin ortaya çıkmasına yol açılmasının söz konusu olduğunu idraktir.
14. Yani bizler Hz. Musa gibi vazifesini yapmaya çalışmalı ama olaylar farklı geliştiğinde burada ilahi vazifeyi yerine getiren Hızırlar olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Vazifemizi yapmalı vazife-i ilâhiye’ye karışmamalıyız.
15. Hızır’a sorsak sen kimsin diye belki şöyle bir cevapla karışılacağız:
“Ete kemiğe büründüm Hızır diye göründüm”.
Bu bölüme son söz: İslam dini üzerinde çalışan Müslüman olmayan ilim adamlarının (müsteşrikler) din bilgisi birçoğumuzdan daha fazladır. Hızır, Mehdi, Halife gibi kavram ve müesseselerin Müslümanlar ve Müslüman toplumlar üzerindeki muhtemel etkilerini de bizden daha iyi bilip/kurguladıklarına da hiç şüphe yok.
Öyleyse bizlere düşen akıllı olmak; fitneye, ayrılığa, düşmanlığa sebep olabilecek tavır ve davranışlardan sakınmaktır.
Aksi ise Suriye, Irak ve diğer Müslüman ülkelerin durumuna düşmek, tarihteki mezhep savaşlarını tekrarlamak olacaktır.
Her yemeği herkes sevmek (veya aynı derecede sevmek, yemek) zorunda değildir. Ama yemeğin sağlık ve temizlik şartlarında ölçüler bellidir. Bu yüzden uyanık olmalı ortak paydayı duygularda (sevgide) değil akılda (saygıda) aramalıyız.