Bedbaht insanlar vardır.
Bir de kendi elleriyle kendilerini nasibsizliğe hapsedenler.
Yalnızca kendilerinin hak yolda olduğunu zanneden, kibirli kelâmlar sarfeden, akıllarına mutlak mânâda güvenen ve onu öne çıkarmaya çalışırken kendilerine duvar yaptıklarını göremeyenler ve anlayamayanlar vardır.
Müslümanın, Müslümana karşı göstermesi gereken edebten yoksun ve bu malûmattan da bîhaber olanlar vardır.
Kendi bilgi birikimini yazarak gençlere ışık tutmaya çalışan ancak Risâle-i Nûr başta olmak üzere nice kabûl görmüş eserlerdeki birikimleri ve bu birikimlerin ehl-i îmân’a kazandırdıklarını kabul etmeyen, kabûl etmemede sâbitlenmiş olanlar vardır.
Risâle-i Nûr gibi bir eserin ruhûna nüfûz edememiş, mânâsını idrâk edememiş olmakla birlikte, dâhilden ve hâriçten İslâmiyet’e ve mukaddesâtımıza uzanan kirli eller karşısında bu muazzam eserlerin îmânları ne sûrette takviye ettiğini ve nasıl tahkîki bir sûrete çevirdiğini de göremeyenler, görmek istemeyenler ve kabullenemeyenler vardır.
Risâle-i Nûr’un İslâmiyet ve Ümmet lehine yaptığı bu azîm mücâhedeyi ve muvaffakiyeti yer-gök alkışlarken, gözlerini ve kulaklarını kapayanlar vardır.
Kendileri “Peygamberimizi Çağa Taşımak” adında kitap yazıp, “Otobüs, tren veya uçakla yolculuk yapan gençlere, develerle seyahat eden Peygamberimizi okutuyoruz yıllardır. Bu tür siyer kitaplarını okuyan gençlerin, Peygamberimizi nasıl örnek alabileceklerini hiç düşünmüyoruz. Bu kitap, gençlere, halen yaşayan, örnekliği ve ahlâkıyla sürekli yaşatmamız ve örnek almamız gereken bir Peygamberi anlatmak için yazıldı” diyerek kitaplarının okunmasını salık veren ve yazdığını maslâhatlı bulan ancak ne varki; Risâle-i Nûr eserlerinin bu mânâya yaptığı hakîki ve tahkîki vazîfeyi ve başta mu’cizât-ı Ahmediye (aleyhissalâtu vesselâm) ve Risâlet-i Ahmediye (aleyhissalâtu vesselâm) ve Mirkatü’s-Sünneti ve Tiryâk-u Marzı’l-Bid’a olmak üzere bu güneş misâli Risâleleri ve deruhte ettiği ulvî hizmeti karalamaya kalkanlar vardır.
Aynı kitabın bahsi içinde “Gıybet eder miydi? Dedikodu yapar mıydı?” diye gençlere nasîhat ederken, kendilerini unutanlar vardır. İslâmiyet’e hizmet etmiş ve bu uğurda nice eserler te’lîf etmiş olanlar hakkında ileri geri pervâsızca gıybet edenler hatta çok ileri gidenler vardır.
Başkalarını yeteri kadar araştırmamakla ithâm ederken, kendileri de işin hakîkatini araştırmadan ithâm ve tenkîd edip, bir de üstüne gıybet etmekten de geri kalmayanlar vardır.
İşte bu nedenle bu şahsa karşı, başta Bedîüzzaman Said Nûrsî Hazretleri ve te’lif ettiği Risâle-i Nûr Külliyatı ve şahs-ı mânevîsi ve umûm Nûr Talebeleri hakkında ortaya attığı bir sürü asılsız ve mesnedsiz iddiâlarına mukâbil, bizler; düştüğü çukurun ta’rifini yapan âyeti kendisine hatırlatıyoruz:
“Ey îmân edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabûl edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurat Sûresi, 12)
Ebû Hüreyre (ra) ‘den rivâyete göre, Peygamber’e (aleyhissalâtu vesselâm) “Gıybet nedir?” diye soruldu. “Mü’min kardeşini hoşlanmayacağı bir şekilde anmandır” buyurdu. Bu sefer bir kimse; eğer o söylediğim şey o kardeşimde varsa durum nasıldır diye sordu. Resûlullah’da (aleyhissalâtu vesselâm) “Eğer söylediğin şeyler onda gerçekten varsa gıybet etmiş olursun, eğer söylediğin şeyler onda yoksa bu sefer ona iftira etmiş olursun” buyurdu. (Sünen-i Tirmizî, Kitabü’l-Birr; Sahîh-i Müslim, Kitabü’l-Birr; Sünen-i Ebû Davud, Kitâbü’l-Edeb)
İşte bu şahıs, sarfettiği kelâmların ve uslûbların altında ne gibi zehirler, yılanlar ve elîm elemler bulunduğunu anlamış olsa, tövbe eder, yaptıklarına da adâvet ederdi.. Amma va esefâ..!
Unutma!
Hizmet; başkalarını yermek ile değil, istikâmette olmak ve üretmek ile yapılır.
Kendine güvenen ve gittiği yolun doğruluğundan emîn olan, karşısındakine hakâretler yağdırmaz, cerbeze yapmaz, demogoji yapmaz, alaylı ve kinâyeli kelâmlar sarf etmez, bilip-bilmeden ortalığa savurmaz, dâvâsının bürhanlarını ortaya koyar, vicdân-ı umûma ve efkâr-ı amme’ye havâle edip yoluna devâm eder.
Tabii, bu bürhanlarını da hakîki bir sûrette tetkîk ettikten, iyice araştırdıktan sonra, yoksa bilir ki; sarf ettiği kelâmlar gibi yazdığı kelimeler de kendini mes’ûl eder ve edecek.
Zirâ, “İşledikleri her şey ise kitaplarda kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey satır satır yazılmıştır.” (Kamer Sûresi, 52-53) bundan haber veriyor.
Hem, “Benim dinimin adı Nurculuk değil, İslam’dır. Benim önderim, üstadım Hz. Muhammed’dir, Said Nursi değil… Benim kutsal ve kusursuz kitabım Kuran’dır, Risaleler değil…” diyerek bu gibi demogojileri yapmaz. Böylesi kelâmlar yalnızca kelâmın sâhibine zarardır zirâ, hiçkimse olmasa da herhalde Risâle-i Nûr’un şahs-ı mânevî’si âhirzamanda yürüttüğü bu mukaddes ve kudsî hizmetine mukâbil, bu gibi hezeyanların hesâbını kendisinden âhirette soracak.
Evet, Risâle-i Nûr’un cerh edilmez hakîkatleri ve bu mukaddes vazîfede deruhde ettiği hizmetleri ve bu asrın vebâları ile birlikte bilhassa dinsizlik gibi dehşetli cereyanlar karşısında verdiği ders-i hakâikı ve böylesi kısa bir sürede gösterdiği fütûhatı ve umûm tarihçe-i hayatı ile bu kudsî mâhiyetini –nefse karışmam- kör gözlere dahi gösterir.
Biz ise, elbette bu derece bed ifâdelere ve ithâmlara ve haddi aşan kelâmlara ve isnâdlara mukâbil, kendisine gittiği mesleğin yanlışlığını beyân eder, ikâz ederiz.
“Risale-i Nûr'la mübâreze edilmez, o mağlûb olmaz. Yirmi senedir en muannid feylesofları susturuyor. Îmân hakîkatlarını güneş gibi gösteriyor… onun kuvvetinden istifâde etmek gerektir.” (Risâle-i Nûr, Şuâlâr)
Evet, bu mânevî kuvvetten azamî istifâde edebilmek duâsı ile…