Liberal, solcu, demokrat, muhafazakar, herkesin sevdiği saydığı, siyaset sosyolojisi alanında otorite kabul ettiği bir hoca o.
"Ortodoks laik" kesim hariç tabii.
"Bediüzzaman Said Nursi Olayı" adlı kitabı kaleme almasaydı onlar da hariç olmayacaktı.
Mesele söz konusu çalışması değil; Türkiye Bilimler Akademisi Başkanı Prof. Yücel Kanbolat'ın ifadesiyle "Said Nursi'yi fazla parlattı..."
"Mürteci" veya "Kürtçü" gibi ifadelerle biraz kara çalsaydı muhtemelen sorun olmayacaktı.
İki kez başvurduğu halde kabul edilmediği Bilimler Akademisi de bu "bilimsel" yaklaşımından dolayı önünde saygıyla eğilecekti.
Evet, Şerif Mardin'den bahsediyorum.
Neşe Düzel'in Taraf gazetesindeki söyleşisinde, "Büyük halk kitlelerinin mobilizasyonu tam istediğimiz gibi olmadı Cumhuriyet'in sonucunda..." diyor.
Niye mi?
Köylü hayatından endüstriyel hayata geçişi sağlayamamışız. Rusların başardığını başaramamışız yani.
Dolayısıyla "etrafta böyle uçuşan sembolik öğeler" kalmış. Çünkü bayram, namaz, hac gibi öğelere Cumhuriyet dokunmamış.
Halk da bu "uçuşan öğelere" tutunarak kimlik edinince İslami diriliş söz konusu olmuş.
Hoca öyle konuşuyor ki, haccın, namazın kaldırılmadığına hayıflandığını sanırsınız!
Halbuki öyle değil.
Bunu da mezkur söyleşinin ortalarına doğru anlıyorsunuz.
Zira...
Rusların yaptığı gibi dinin tabanını ortadan kaldırmamakla Cumhuriyet'in "çok daha akıllıca bir şey" yaptığını belirtiyor.
"Etrafta uçuşan bir takım sembolik öğelerin" kalmasını "Halk kitlelerinin tam istediğimiz gibi mobilizasyonunu" sağlayamamaya bağladıktan sonra, "etrafta uçuşan bu sembolik öğelere" dokunulmamasına "çok daha akılıca" demek de neyin nesi?
Anlaşılan o ki Hoca'nın kafası oldukça karışık.
Hoca'nın demesine göre "İslam'ın kendine özgü ne kadar pratiği, anlayışı, okuyuşu varsa hepsinin devam etmesi..." Cumhuriyet'in akıllıca işlerinden biri.
Meclis'teki kılık kıyafet yönetmenliğini de bu "İslami pratiğin devamından" sayıyor galiba!
Yoksa...
"İslamiyet'teki bu diriliş ve enerji artışı toplumun hayatına nasıl yansıyor peki?" şeklindeki soruya, "Meclis'te kadınların pantolon giymelerine daha yeni izin verildi..." diye cevap vermez, hiç değilse Merve Kavakçı olayını hatırlardı.
Şöyle devam ediyor: "Pantolonla meşgul olma bir şeyi işaret ediyor çünkü. Televizyon programlarının birçoğu devamlı bir İslami ahlak dersi verir gibiler..."
Etek dışındaki giysileri kadınlara yasak eden de, pantolonla meşgul olan da, Merve Kavakçı'ya "Dışarı, dışarı, dışarı..." diye tempo tutan da hep aynı zihniyet değil mi?
Hoca bu zihniyetle "televizyonlarda devamlı ahlak dersi vermek" arasında nasıl bir paralellik kuruyor, anlaşılır şey değil.
Ayrıca, ya aile yapımızı darmaduman eden o dizilerden haberdar değil, ya da İslami ahlaktan!
Neşe Düzel'in "Nasıl çalışıyor tarikatlar?" sorusuna da, "Nasıl çalıştıklarını bilemiyorum fakat kötü bir kelime kullanacağım: propaganda!..." cevabını veriyor.
Hoca "propaganda" ile "tebliğin" farkını bilmiyor mu?
Lafın burasında, Arap dünyasının en tanınmış düşünürlerinden Hasan Hanefi ile Abid el-Cabiri'nin tartışmasını hatırladım.
Cabiri tartışmanın bir yerinde, Fransız devriminin üç temel kavramından biri olan Hürriyet'i, Tahtâvi'nin "ruhsat" kavramıyla karşılamasının fecaati üzerinde durmuştu.
Bu tartışmadan hareketle taammüden "kötü kelimeler kullanmanın" ne anlama geldiğine kısaca değinecektim ama vazgeçtim.
Zira Hoca insanda iştah bırakmıyor.
Mezkur söyleşinin sonunda, hem İslam milliyetçiliğe cevaz vermez diyor, hem de "İslami damarın kuvvetli olduğu bir yerde milliyetçi damarın kuvvetli olmaması mümkün değildir..." diyor.
Hoca'nın kafası gerçekten de fena halde karışık.
Yeni Şafak