Hak kelimesinin çoğulu Hukuktur. Hak Allahın adıdır. İnsana hakk veren ve haksızlık yapanı cezalandıran Allah İnsanın haklarını ve hürriyet alanını belirlemiş Adaleti ile haksızlık yapanı cezalandıracağını beyan etmiştir. Adaletin iki kefesi vardır. Birincisi Hak sahibine hakkını vermek ikincisi de haksızları cezalandırmaktır. Modern hukuk ile ilâhî hukuk arasında herhangi bir çelişki yoktur. Ancak dini, yani Allahın koyduğu kuralları dikkate almayan hukukçular cezalar konusunda güya Allahtan daha fazla merhamet gösterme gibi yanlış bir yola girerek haksızları koruma gibi zâlimâne bir yola girmişlerdir. Bunun dışında İlâhî Hukuk ile Lâik Hukuk arasında bir farklılık yoktur.
Hukuk toplumda düzeni, sulh ve sükûnu temin için en müessir vasıtadır. (A.K. Yörük, Hukukun Umumi Prensipleri, 7) İslam dininde hukuk Fıkıh demektir. Fıkıh ise Mecelle de Mesail-i Şeriye-i ameliyeyi bilmektir şeklinde tarif edilmiştir. (Ö. N. Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıye Kamusu, 1:14)
Çeşitli fikir ve düşünce akımları hukuk mefhumunu kendi düşüncelerine göre yorumlamışlardır. Bazıları hukukun esasını otorite ve kuvvet tezahürü olarak görmüşlerdir. (Del Vicho, Genel Hukuk Felsefesi, 443) Bunlara göre hukuk, toplumda kuvvetli olanın tespit ettiği prensipler bütünüdür. Bir başka telakkiye göre ise hukuk, ilâhî iradenin kanun ve nizam şeklinde tezahürüdür. Hukukun kaynağını vahiyle gelen Allahın iradesidir. Çünkü Allahın istediği her şey haklı ve adil olandır. (Ali Fuat Başgil, Anayasa Prensipleri, 5; Del Vicho, 446-448)
Hukuk sisteminin genel tasnifi iki esasa dayanır: Biri, semavî hukuk, diğeri ise beşerî hukuktur. Beşerî hukukun tespitinde ve teşekkülünde dinin, yani semavî hukukun büyük tesiri vardır. (A.H. Berkî, Hukuk Tarihinde İslam Hukuku, 3) Her hukuk sistemi içinde bulunduğu toplumun ihtiyaçlarına karşılık verebildiği ölçüde devamlı bir tatbik sahası ve imkânı bulabilir. İslam hukuku vahye dayandığı halde camit olmayıp dinamik bir mahiyet arz eder. Hukukun teşekkülünde Kitap ve Sünnet dışında, İcma-i Ümmet, Kıyas-ı Fukaha, Örf, Maslahat, Mesalih-i Mürsele gibi İslamın temel hukuk müesseseleri, hukukun hareketli ve tekâmüle müsait dinamik bir mahiyet arz ettiğini gösterir. Böylece zamanla ortaya çıkan yeni şartlar İslam hukuku içinde izahını bulabilmiş ve daima tazeliğini koruyabilmiştir. (Safa Mürsel, Bediüzzaman ve Devlet Felsefesi, s. 460)
Hukukun hakim olduğu ve hukuka bağlı bir toplumda insanın her türlü hakkının belli bir statüye bağlı olması gerekir. Fertlerin endişe ve korkudan uzak bir hayat yaşaması, tabii haklarının emniyet altına alınmasına bağlıdır. Bundan dolayı Hak insana bağlıdır ve insanla mana kazanan bir mefhumdur. İlâhî iradede Hak mefhumu en mümtaz yerini almış ve teminat altına alınmıştır. Bediüzzamanın ifadesi ile Cenab-ı hakkın nazar-ı merhametinde hak, haktır. Küçüğüne büyüğüne bakılmaz; küçük büyük için iptal edilmez. (Mektubat, 2004, s.89)
Hukukta üzerinde en çok konuşulan konu siyasetin de alanına giren İnsan Haklarıdır. Tüm semavî dinler ve beşerî ideolojiler bu hususta açıklamalar ve yorumlar yapmışlardır. Sebebi de tüm fertleri ilgilendirmesi ve devlet idaresi ile de birinci derecede ilgili olması ve kişinin mutluluğunu da temin etme özelliğinde olmasından dolayıdır. Anayasamızda da Temel Hak ve Hürriyetler bölümünde bunlar tadat edilmiştir. (1982 Anayasası 12. Madde ve devamı...)
Anayasalarda hak ve hürriyet tabirleri nüans farkları ile ayrılsa da uygulamada aynı anlamı ifade ederler. Bu sebeple biri diğeri yerine kullanılabilmektedir. Sıkıntı temel hak ve hürriyetlerin kabul edilmesi ve Anayasalarda yer almaması değildir; çünkü bunlar Anayasada zaten mevcuttur. Problem bu temel hakların sonradan çıkarılan yasalarla sınırlandırılmasından kaynaklanmaktadır.
Ülkemizde Hukuk Tarihi açısından bakıldığı zaman Kanunnameler Padişah Fermanları Fetvalar ve Mahkeme İçtihatlarında temel hak ve hürriyetlere yer verildiği görülür. Yakın tarihte ise 1839 Tanzimat Fermanı ve sonrasında çıkarılan Islahat Fermanlarında bu haklar gelişerek devam etmiştir. 1876 yılında yapılan ilk Anayasa metninde Tebaay-ı Devlet-i Osmaniyenin Hukuk-u Umumiyesi başlığı altında temel haklara yer verildiği görülmektedir.
Anayasaya göre Temel haklar kişiye bağlı, dokunulmaz, devredilemez, vazgeçilemez olup kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder. (A. Md. 12) Bu temel haklar ve hürriyetler de mutlak değildir. Sınırlanabilir. Ancak bunlar Anayasaya aykırı olamaz. (Md. 13) Sınırlamaların sebepleri ise devlet ve milletin bölünmez bütünlüğü, milli egemenlik, cumhuriyet, milli güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak, genel asayiş, kamu yararı, genel sağlık gibi hususlardır. Ayrıca temel haklar kötüye kullanılamazlar. (Md. 14) Temel hak ve hürriyetleri sınırlayan kanunlar da temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamazlar. (Maalesef 1960 Anayasasında 11. Madde hükmü olarak yer alan bu madde 1982 Anayasasında yer almamaktadır. Bu gerçekten büyük bir eksikliktir.)
Anayasaların amacı kişinin temel hak ve hürriyetlerini kullanmalarını sağlamak olduğu gibi, korunmasını da sağlamaktır. 1982 Anayasası genel bir hükümle bunu da teminat altına almaya çalışmıştır. Buna göre Anayasa ile tanınmış temel hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir. (md. 40) Ayrıca hak aram hürriyeti (Md. 36) ve Dilekçe verme hakkı (Md. 74) Anayasa ile teminat altına alınmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri hiçbir zaman için yasaları yapanları Allahın hükmü ile hükmetmemek ile suçlamamıştır. Bilakis mahkemelerde daima yasaların kendisine verdiği hakkı kullanmasının engellendiği yolunda müdafaalarda bulunmuş ve yasaların verdiği hakkı Din ve Vicdan hürriyeti ve İlim ve Fikir hürriyeti çerçevesinde kullandığını ve bu sebeple faaliyetlerinin suç olmadığını savunmuş ve daima berat etmiştir.
Şeriat idaresi, şeriat kanunları ile idare anlamına gelir. Peki, ama bu şeriat kanunları ne anlama gelmektedir? Şeriat kanunu sadece Allahın kanunları anlamına mı gelmektedir, yoksa şeriat kanunlarında insan aklının rolü var mıdır? Şeriat denince halkın ve avamın bundan anladığı şey adil idare ve adaletle hükmetmektir. Genel kabul gören ve herkesin anladığı şey ise, Kuran hükümlerinin heyet-i mecmuasıdır veya bir diğer ifade ile Allahın kulları için vazetmiş olduğu dinî ve dünyevî hükümlerin bütünüdür. (Ö. N. Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıye Kamusu, 1:20-21) Allahın kanunları ise Kurân-ı Kerimde insanlar için vazettiği farzlar ve haramlardır. Ferdî emir ve yasakların yanında toplumu ve siyasi yapıyı ilgilendiren emirleri ise Seçim (Nisa, 4:58) İdareciye itaat (Nisa, 4:59) Adaletle idare (Nisa, 4:58) ve İstişare ile kararların alınmasıdır. (Şura, 42:38)
İhtiyaçtan kaynaklanan ve ortaya çıkan problemleri halletmeye yönelik ilmi ve hukuki şuralar ve içtihatlarda alınan kararlar sonuçta yasaları ve kuralları teşkil eder. Allahın emirlerini uygulamada insan iradesinin ve idarecinin vereceği kararların önemi büyüktür. Sonuçta bunları uygulayacak ve hayata geçirecek olan insanlar ve idarecilerdir. İnsanların temel haklarını korumaya yönelik alınan kararlar ve çıkarılan kanunlar ise şeriat adını alır.
Bu sebepten dolayı Bediüzzaman hazretleri şeriatı tarif ederken Şeriat, insanlardan sudur eden efâl-i ihtiyariyeyi, bir nizam ve intizam altına alıp tehdit eden kaidelerin hülasasıdır. Veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların ve kanunların mecmuasıdır (İşaratul-İcâz, 2006, s. 238) demiştir. Bu durumda şeriat kaynağını ilâhî kitap ve peygamberin (sav) hadislerinden almış olsa da çoğunlukla insan aklının ürünüdür. İnsan aklının en adil ve isabetli kararları da şuralarda alınan kararlardır. Bu durumda gerek ilmî şuraların, gerekse halk iradesinin Kurâna ve Sünnete kesin olarak aykırılık teşkil etmeyen kararları ve hükümleri, kanunları ve içtihatları şeriatın ta kendisidir. Buna karşı olmanın aklen ve mantıken, dinen ve ilmen hiçbir gerekçesi yoktur. Dolayısıyla şeriat din ve aklın ortak ürünüdür.
Bediüzzaman Said Nursi (ra) Cenab-ı Hak, verdiği cüz-ü ihtiyarî ile ef'âl-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahi tohumları sulamak ve neşvünemalandırmak için de beşeri teklifle mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşvünema bulamazdı.
Evet, nev-i beşerin ahvâline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun mânen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi, nev'in saadetine de sebep olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabul ve tekâlif-i İlâhiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir(İşaratul-İcaz, s. 355-356) buyurarak bu hususa açıklık getirmiştir.
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi insanlar inansın inanmasın ilahî kaynaktan ister-istemez etkilenmekte ve hukukî, terbiyevî, ahlâkî kurallarını dinden ve vahiyden almaktadır. Bu sebeple beşerî hukuk dine tamamen zıttır denemez. Her ne kadar karar veren ve hükmeden insan ise de adil ve doğru hüküm vermesi için Allahın emrine uygun davranmak mecburiyetindedir. Dolayısıyla hukukun kaynağı ilâhî irade ve kutsal kitaplardır ve hükmeden her ne kadar inansın inanmasın insan ise de, hâkim olan Allahın iradesi olan şeriatıdır. Adaletin sağlanması için bu şarttır; yoksa zulüm ve haksızlık olur.