Hatırlarsınız, 2007 seçimlerinin hemen ertesi haftasıydı ve iktidar partisi bir grup akademisyene hazırlattığı yeni anayasa paketini kamuoyuna sunmuştu. Yüzde 46,5 halk desteğini arkasına almış, güven tazelemiş bir parti olarak milleti esas alan ve sivillerin sivil zihniyetle hazırladığı bir anayasaya olan ihtiyacı kavramış izlenimi veren iktidar, ciddi bir emekle hazırlandığı anlaşılan yeni anayasa paketi ile YÖK’ten Anayasa Mahkemesine, siyasi partilerden Cumhurbaşkanlığı seçimlerine varıncaya kadar ikircikli, netameli ve neresinden tutsan elinde kalan bir çok konuyu çözmeyi hedeflemişti. Ya da öyle bir görüntü vermişti.
AK Parti haklıydı ve doğru yoldaydı. Kurulduğundan bugüne partiye mesafeli davranan ama yaptığı, yapmaya çalıştığı AB başta olmak üzere bazı hamlelere sıcak bakan, içten içe destekleyen kesimlerinin desteğini almak üzereydi.
İşte tam o esnada partinin yumuşak karnını iyi bilen ve özgürlükler konusunda samimiyetine inanmayan çevreler, MHP eliyle “Gelin, başörtüsü meselesini anayasal olarak kökten çözelim” teklifini sundular. Olan oldu ve AK Parti her şeyi unuttu bu yeme atladı.
Onca emekle hazırlatılan anayasa taslağı unutuldu, bin bir gayretle Anayasanın 10. ve 24. maddelerine zaten var olan hakları daha açık seçik ifade eden iki cümle kondu.
Aslında yapılmak istenen “algı yönetimi” idi. Sabık Cumhurbaşkanı Sezer’in literatürümüze kattığı ne idüğü belli olmayan “kamusal alan”da ve kamuoyunda “var” diye düşünülen ama aslında herhangi bir hukuki düzenlemede mevcut olmayan kılık kıyafet yasağının Meclis tarafından ve anayasal olarak kaldırıldığını ilan etmekti. Dediğimiz gibi aslında olmayanın bir kez daha “yok” edildiğini ilan etmek, bu tamamen bir algı yönetimiydi.
Buraya kadar doğru bir davranış gibi gözükse de tutarlı olduğu söylenemezdi. Çünkü yapılan, illetli bir bedenin sadece dışa vuran bir cerahatını temizlemekten başka bir şey değildi. Halbuki, sadece elbette haklı bir başörtüsü hürriyetinin peşine düşmek yerine bir bütün olarak haklar ve hürriyetlerin peşine düşülseydi, tabi bu da yeni, sivil zihniyette bir anayasayla yapılsaydı malum hukuk kazası olmaz, Anayasa Mahkemesi de sadece usul yönünden bakabileceğini, esasa asla dokunamayacağını bile bile rejimi korumak adına böyle bir hataya düşmezdi.
Ak Parti’nin hesaplayamadığı nokta, karşısında çok profesyonel bir plan ve o planın arkasında “millete rağmen” iş yapma konusunda uzman bir ekip olduğuydu.
Son tahlilde onun gibi düşünmeyen ama sivilleşme ve AB konusunda destek veren basındaki liberal kesimin desteğinin azalması da partinin bir başka kaybıydı.
Millet adına en kötüsü de aynı algı yönetiminin ters tepmesi ve artık kılık kıyafet mevzusunun anayasa marifetiyle fiilen yasaklanmış olmasıydı.
Bilmem hiç elinize alıp şöyle bir baktınız mı 82 Anayasasına? Üniversitelerde ders ve tez konusu olacak kadar anlatım bozukluğu örnekleriyle doluyken ve iki anayasa profesörü aynı cümleden bir ak, diğeri kara anlayabiliyorken, çeyrek asırdır onunla yönetiliyoruz.
Son günlerde gerek Ak Parti ile askeri cenahı karşı karşıya getirme kaygısı, gerek başka kaygılar için ana muhalefet partisinin yarım ağız dile getirilen Anayasanın geçici ama bir türlü geçmek bilmeyen 15. maddesinin kaldırılması ve 12
Eylülcüleri yargılama teklifi, nedense aynı şeyi hatırlatıyor insana.
Muğlak bir ifade olan “askeri suçlar’ın sivil mahkemelerde yargılanması ile ilgili madde üzerinde yapılan tartışmalar sürerken, Deniz Baykal ve partisi tarafından ortaya atılan teklifin üzerine bir mim koyalım.
Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir’in bir televizyon programında Ergenekon tutuklusu Mehmet Haberal ile ilgili sorulan soruya verdiği cevap geldi aklıma:
“Arkadaşlar, darbe suçtur, dünyanın her yerinde suçtur, darbeye karışmak da suçtur, desteklemek de suçtur, bunun şakası da suçtur.”
Yer, “Haberal’ın Çiftliği” olarak bilinen Başkent Üniversitesiydi ve soruya hiç de beklenmeyen bir cevap gelmişti Özdemir’den.
Evet darbe suçtur, bizim kanunlarımıza göre de suçtur. Ama dört darbe, dört de darbemsi müdahale gören memlekette nedense Talat Aydemir’den başka böyle bir fiille suçlanan yoktu. Ta ki son bir buçuk yıla kadar.
Elbette geçici 15. madde kaldırılsın, elbette 12 Eylülcüler ve aveneleri yargılansın. Öyle Netekim Paşa Hazretlerinin
“Yargılanırsam intihar ederim” tehditlerine pabuç bırakılmasın.
İşte burada çok dikkatli davranılsın.
Dikiş tutmayan bir anayasanın orasını burasını yamamak, tamir etmek yerine köklü bir temizliğe, bir yenilenmeye ihtiyaç olduğu apaçık ortada.
Çare; demokratik kaygılarla, millet ve milletin gerçek temsilcileri tarafından “devlet için millet değil, millet için devlet” mantığıyla, hak ve hürriyetleri önceleyen sade bir anayasa hazırlamaktır.