Hulusi ağabeyin bu hutbeyi, 1945-1948 arasında Kars Sarıkamış bölgesinde Albay olarak görev yaptığı yıllarda vaizler ve imamların okumaları için paylaşmıştı.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓى اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِۚ ٭ صَدَقَ اللّٰهُ العَظ۪يمُ٭
Cemaat-i Müslimin! Bugünkü mevzumuzda Ramazan-ı şerifteki orucun pek çok hikmetlerinden beşini beyan edeceğiz.
Birincisi: Cenâb-ı Hak yeryüzünü nimetlerinin sofrası suretinde halk etmiş ve bütün nimetlerini مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ sofraya dizmekle Rububiyet, Rahmaniyet ve Rahimiyetindeki kemali o vaziyetle ifade ediyor. Fakat gaflete dalmış ve esbaba bağlanmış olan ekser insanlar bu hakikati tam görmüyor ve bazen unutuyorlar. İşte Ramazan-ı şerifte ehl-i iman akşama yakın zamanda Sultan-ı Ezelinin ziyafetine davet edilmiş ve kendi sofracıklarındaki nimetlerden istifade için “buyurunuz” emrini bekliyor gibi kulluğa yakışacak bir vaziyet gösteriyor ve o nimetlerin hakiki sahibi olan Hâlıklarının, Rahmaniyetine karşı geniş, büyük, muntazam bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Bu hakikati göremeyen ve bu şerefli vaziyete iştirak etmeyenlere nasıl insan denilir.
İkincisi: Cenâb-ı Hak yeryüzünde nev’-i beşere ihsan ettiği hadsiz çeşit çeşit nimetlerine karşılık, beşerden şükür istiyor. Hâlbuki beşer nimete vasıta olanlara teşekkür edip, nimetlerin hakiki sahibine karşı “Ya Rab! Bu kıymetli nimetlerin hepsi senindir ve benim bunlara ihtiyacım pek çoktur.” demekte gaflet gösteriyorlar. Ramazan-ı şerifteki oruç vasıtasıyla nimetlerin kıymetini anlarlar. İftar vaktinde de kuru bir ekmeğin kıymetini takdir ederler. Zengin, fakir her mü’min o nimetlerin hakiki sahibi olmadıklarını, onları yemek için hakiki nimet sahibinin müsaade saatinin gelmesini beklemeye mecbur olduklarını ve Hâlık-ı Rahimlerine şükrün lüzumunu hissederler.
Üçüncüsü: Cenâb-ı Hak insanları maişet hususunda da bir seviyede yaratmamıştır. Kimisini zengin ve kimisini fakir halk etmiş ki, zenginler fakirlere yardım etsinler. İşte zenginler oruçtaki açlıkla fukaranın açlığını hissedebilirler. Oruç olmazsa zenginler fukaranın açlığını ve onlara yardım etmek lazım geldiğini layığı ile anlayamazlar. Herkes kendisinden daha fakirini bulabilir. Ve ona şefkat göstermesi vazifedir. İşte oruç vasıtası ile fukaraya şefkatle mükellef olduğunu, yardıma mecbur bulunduğunu anlar.
Dördüncüsü: Ramazan-ı şerifteki oruç nefsi terbiye eder. Çünkü nefis kendisini hür ve serbest zanneder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemez. Bilhassa serveti ve iktidarı varsa, gafleti de yardım ederse nimet-i İlahiye yi yutmaktan başka bir şey düşünmez. Hâlbuki oruç, en zengininden en fakire kadar her mü’mine; “Sen Malik değil, memluksun. Hür değil, abd’sin, emr olunmazsa en adi ve rahat şeyi de yapamaz ve elini suya da uzatamazsın” dediği için nefis terbiyesini takınır, kulluğunu bilir, hakiki vazifesinin şükür olduğunu anlar.
Beşincisi: İnsanın nefsi gafletle kendisini unutur. Ne kadar âciz, fakir ve kusurlu olduğunu görmek istemez. Ne kadar zaif, zevale maruz, musibetlere hedef ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan vücudu var ve ölmeyecek gibi dünyaya şiddetli hırs, tama, alaka ve muhabbetle sarılır. Lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır, kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlik’ı unutur, hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez, ahlak-ı seyyie içinde yuvarlanır.
Ramazan-ı şerifteki oruç en gafillere zaafını, aczini, fakrını hissettirir. Açlık vasıtası ile midesini düşündürür, zaif vücudunun çürüklüğünü merhamet ve şefkate ihtiyacını anlatır.
Eğer gaflet kalbini bozmamışsa kemal-i âcz ve fakr ile dergâh-ı ilahîyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevi eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır.