Huzur, sağlık, itaat ve huşu içinde idrak etme ümidi ve duasıyla ayların sultanını karşılamaya hazırız.
Lâkin keyifli değiliz. Sevinç yaşamamızın önünde müslüman coğrafyasındaki din kardeşlerimizin bitmeyen ızdırabı var.
Hani bir türküde ifade edilir ya: “Erzurum’da kar yağsa, Adana’da üşürüm.”
Ümidimizi, duamızı, tevekkül ve teslimiyetimizi katlayarak artırırken, zulüm altındaki insanların hali, mükellef sofralara oturmanın önünde en önemli engel.
Elini tutamadığımız, yarasını saramadığımız, derdini hissetmediğimiz, acısını paylaşamadığımız o masum ve mazlumlar, bizi bizden utandırıyor. Mahcubiyet ile sarmalıyor.
Izdırap coğrafyasında müslüman olmak, hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi ateşi avuçlamak.
Şahs-i kemalat gayretine düşeceğimiz bu ayda, Cennet umudu ve lütfunu dahi utanarak içimizde besliyoruz.
Karşımızda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâtlar yanıyor, imanlar tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye koşamadıktan sonra, imanları kurtarmaya gayret gösteremedikten sonra, zulüm karşısında dik ve net duramadıktan sonra şahsi kemalatı bir mü’min ne kadar huzurla düşünebilir ki… Düşünceleri daraltmadan, görüşleri sığlaştırmadan, umumi iyileşmek adına evrensel idealizm ile Kur’anca yaşamadan ne haz istiyoruz ne bedeni rahatlık.
Hani diyor ya asrın iman kahramanı…
Hani ezber bozuyor ya Kur’an dellâlı Bediüzzaman.
“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade, ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti."
Ve devam ediyor:
“Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur.”
İşte bu buruk hisler, tarif edilemez hüzün, suçlulara had mahcubiyet içerisinde mübarek ay Ramazanı “buyur” ediyoruz.
Izdırab coğrafyasında ramazan-ı şerifi ihya etmeye çalışacak olan müslümanlardan biri olarak; “ümidinizi kesmeyiniz” ayetine sığınıp;
"El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten li’l-Âlemîn olan Habibin, Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ ediyorum” diye dua çaresine sığınıyorum.