بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
[Bu yazıyı; aklıma ilk gelen ve dava aşkının narı ve musibetközü içinde çifte kavrulmuş merhum ve mağfur Ş. Temiz ve E.Kara gibi; nice isimsiz ve göynüyerek yanan nurtomurcuğu genç kardeşlerime sonsuz rahmet af ve mağfiret yakarışıyla adıyorum!..]
Mehmed Ali 1976 ders yılı bitince en yakın arkadaşlarıyla Risale-i Nur okuma programına katıldı.
Ankara/Çankaya Farabi Sokağı'ndaki hizmet merkezi yeni açılmıştı.
1976 yılı Farabi Sokaktan bir görünüm.
M. Ali 1976'da lise 1'e geçmişti. Diğer arkadaşları da lisenin değişik sınıflarına geçmişti.
Risale okuma programının organizatörü ise Mehmed Abiydi.
Yaz tatilinde köyüne gitse babası okumak için izin vermezdi M. Ali'ye.
Dönem anarşi dönemiydi ve M. Ali'nin ailesi onun nurcu olacağını değil, öğretmen olacağını biliyordu.
Nurcu olmak için Sözler'i okuyacağını bilseler bu isteğini doğru bulup izin vermezlerdi.
Şu an köy işlerine yardım etmeliydi zira köy işlerinin en yoğun ve zor zamanıydı.
Kendisi de evin en büyük erkek çocuğuydu. (Yaş 15.)
Bu okuma programının gerçekleşmesinin hakiki ve meşru bir sebebi olmalıydı.
Köydeki ana-babası nezdinde yalan olmayan hakiki bir gerekçe bulmaları gerekiyordu.
Köy 100'lerce kilometre uzakta ve telli telefon bile yoktu, konuşarak müsaade alamazdı.
Mehmed abi ile oturup bu işi müzakere ettiler ve şunda mutabık kaldılar:
M. Ali yeni bir dil öğrenecek ve şehir hayatı yaşamayı öğrenecekti.
Tevillerinde yeni dil Risale-i Nur lisanı, şehir hayatı ise Ankara Cinnah Caddesi Farabi Sokak'taki 3 katlı yeni hizmet merkezine tekabül ediyordu.
Bu gerekçelerle köydeki babasına bir mektup yazdılar.
Altına da kitap okudukları vakfın adresini verdiler.
Okul biter bitmez 15 Haziran günlerinde başlayan okuma Sözler'den başlayıp Tarihçe-i Hayat'la devam etti çıktı.
Sıra Şualar'a gelince 2. Şua'yı okurken özgüveni zirveye çıktı.
O günkü haleti ruhiye ile Marks, Lenin de gelse onları da ikna veya ilzam edeceğini hissedip inanmaya başlamıştı.
Bitirmesi gereken yalnızca Muhakemat ve Emirdağ Lahikası kalmıştı.
Arkadaşları 7/10 gün içinde ayrılmışlardı. Amma başka okul ve şehirlerden devam edenler orta/lise talebeleri vardı.
Hatırladığı kadar çoğu Kütahya Simav ve Afyon Dinar'dandı.
Sözler okuyan gençler yemek ve bulaşıkla uğraşmadığı ve özel okuma odalarında okuduklarından günde 200 sayfa civarında okuyabiliyordu M. Ali.
Her okuma sonrası zihni, kalbi ile birlikte benliği ve kişiliği de değişip dönüşüyordu.
Adeta yepyeni ve dinamik bir tabiat sahibi olmaktaydı.
Ankara'nın olağanüstü harika yaz akşamları derslere özellikle koşarcasına gitmekten müthiş bir haz ve heyecan duyuyordu.
En büyük düşman ve zorluğu ise ilk ergenliğin verdiği zahmet ve anaforlardı.
Cinnah Caddesi durağında otobüs beklerken hortum içindeki gazel gibi sarsılıyor, çelişkiler girdabında ruhu ve hissiyatı kırılıp kanayarak acı çekiyordu.
Durakta, sokakta ve otobüste gördüğü kadın ve kızlar Türkiye'nin belki de en sosyetik açık-saçık ve cazip insanlarıydı.
Yayılan parfümler egzotik ve cinsellik üflüyordu.
Dünya ülkelerinin büyükelçilikleri ve konutları Kavaklıdere/Cinnah arasında yoğunlaşıyordu.
1976 senesi Çankaya/Cinnah Caddesi.
Bu seçkin insanlar arasında ergen-genç birinin hal ve titreşimlerini bugün bile anlatmak oldukça zor ve mahremdi.
Ama bir Demirlibahçe dersi, bir Prof. Özyazıcı evindeki ders, bir İç Cebeci dersinde Teyp Tahir Abi'den (rh) ilk defa ezbere ders dinlemek bu cinsi zehir tozlarını darmadağın edebiliyordu.
Maateessüf kan verme, idrar yapma seviyesinde mübah bir hareket ise o günkü gençler algısında ağır bir günah ve ağır bir suçluluk duygusuna dönüşebiliyordu.
Bağlum, Ahimesut, Sincan piknikleri ise fıtri-zaruri bir dinlenme ve derin bir ferahlık sağlıyordu.
Bağlum'da merhum Molla Hamid Ekinci Abi'yi ilk ve son kez görüyor, Etimesgut'ta Mustafa Tuncel Abi'yi ilk defa asker olarak görüyordu.
Bu çehre ve traş askerliğin zorluklarını da ruhuna üflemişti.
Merhum Said Özdemir Abi'yi Farabi Sokak'taki bu vakıfta ilk kez görmüştü.
Çok yakışıklı dalyan gibi iyi giyimli ve uzun pardüsüsü de üzerine çok oturmuştu.
Bu hizmetleri çekip çevirenler ise Ali, Ömer ve Feyzi Abilerdi.
Ömer Abi 12 Mart 1971 muhtıra döneminde Dışkapı dersanesi baskını sorumluluğunu merhum Bayram Abi'nin talimatıyla üzerine alıp, 3,5 senelik medrese-i yusufiye hayatından nisbeten yeni çıkmıştı.
O günlerde M. Ali'nin bu mahpusluk hikayesine çok ihtiyacı varken Ömer Abi ima bile etmiyordu.
Çook sonra bu ketumluğun çok hayırlı olduğunu ve M. Ali'nin muhtemel ölüm ve hapse girmesine engel olduğunu anladı.
1976 Kadir gecesi'ni 27 numaralı Hacıbayram/Ulus dersanesinde ihya edip kutlamışlardı.
Rahmetli Bayram abi (rh) 27 numarada bulunanlara Mevlana Halid'in (ra) üstad Bediüzzaman'a gönderdiği vekil ve varislik cübbesini giydirip 2 rekat namaz kılmalarına müsaade etmişti.
Ankara ile birlikte anılan vekil ve varis 2 Nur Talebesi Abi: Merhum Bayram Yüksel ve rahmetli Said Özdemir.
Kadir gecesi seher vaktinin aydınlık ve tatlı serinliğinde; bir kardeşin mobiletiyle Ulus/Çankaya yolculuğu ise unutulmazdı.
Dingin, dinç, ful coşku ve şevkle uykudaki Ankara'yı zayıflayıp/kuvvetlenen motor sesiyle yırtarak geçiyorlardı.
Bu dönemin en kalıcı 2. olayı Kadir gecesi ve fecir vaktiydi.
*
Farabi Sokak'ta CHP genel merkezi ve yanında Emniyet Genel Müdürlüğü vardı.
Birgün merhum Özkanlar'ın hediye ettiği bu vakfa polisler baskın yapıp öğrencileri dini sorgudan geçirdiler.
M.Ali'nin hatırında kalan Kur'an'ı aslı ve mealiyle niye okumadıklarını sorup Kur'an okurken kekeleyenleri ayıplıyorlardı.
Oysa bu çocukların hemen hepsi köylerden dini eğitim olarak en çok 32 farz ve Elemtere'den aşağısını öğrenip gelmişlerdi.
Amma Kur'an ve mealini bilmenin şartlığını o gün kafasına yazmıştı M. Ali.
*
Sürurlu günler böyle geçip giderken yaz bitiyor ve 27 Ağustos'ta Ramazan bayramı başlıyordu.
O yaz Allah afiyetini artırsın Necmettin Şahiner Abi'nin Aydınlar Said Nursi'yi Anlatıyor yazı dizisi Y.Asya'da yayınlanıyordu.
Her günü pür heyecan beklerken su gibi okuyup yutuyor, akşama kadar coşup taşıyordular adeta.
Hele rahmetli Cemil Meriç gibi korkusuz entelektüellerin derin ve hakikatli kavrayışları hepsini cesaret ve sevinçle uçuruyordu.
Bu Ramazan'da başta İsmail Abi olmak üzere aşçılık ve bulaşık abilerde idi.
İsmail Abi sık sık "bu yemekleri evlerde kadınların bile yapamayacağını söylüyor, içine ihlas katıldığının" altını çiziyordu.
Mehmed Ali birgün hastalandı sanırım iyice üşütmüştü.
O yıllar ne öğrenci tedavileri bedava ne de muayene olacak parası vardı.
Haftalık cüzi bir harçlık veriliyordu.
İsmail Abi kendi Dil Tarih Coğrafya kimlik kartını vererek, öğrenci sağlık merkezinde muayene olmasını sağladı.
O gün doktor kendisini tanır ve sahtecilikten dava eder diye çok kaygılandı.
Amma hekim kimlikteki resme bakmadı tek soru sormadı ve yüzüne de bakmadı.
Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencisi gibi muayene edip ilaçlarını yazdı.
Böylece hem korktuğu başına gelmedi hem de ilaçları kullanıp iyileşti.
Ramazan Bayramı'ndan sonra birgün M. Ali vakfın batı köşesindeki odada babası ve dayısının karşısına çıktı.
Okurken gelmişler ve haberdar olmamıştı.
Bu buluşma büyük bir sürprizdi.
Baba ve dayısı beklenmedik şekilde ziyaretine gelmişlerdi.
Merak ve kaygısı sevincini bastırıyordu.
Ellerini öptü ve karşılarına Ali Abi'nin yanına edep ve endişeyle oturdu.
Hoşbeş ve çaydan sonra sohbet koyulaştı.
Dayısı Hacettepe Üniversitesi/Sosyal Bilimler Akademisi'nde öğretim görevlisi ve İşçi Partisi yönetimindeydi (miş).
Ardından karşılıklı münazara ve münakaşa başlamıştı.
M. Ali bütün benliği ile Ali abi tarafında olmasına rağmen; dayısının görüşleri zihninde gittikçe ağır basıyordu.
Şimdi düşününce bu ağır basmanın dayısının çok yönlü okuması ve yurtdışı üniversite tecrübesiyle birlikte belki içten içe cibilli yakınlık etkisiyle olabileceğini tahmin ediyordu.
İşte bir noktadan sonra zihni delil ve ikna noktasında dayı tarafına meyledip sızarken hafiften panikliyordu M. Ali.
O sohbette annesinin ağır hasta olarak muayene için Ankara'ya getirildiğini duyması ise acı ve çelişkisini büsbütün artırdı.
Nihayet 3'ü birlikte kalkıp Keçiören'e dayısının evine gittiler.
Annesinin elini öptü ve hasta olduğunu gözüyle gördü...
Ve yemekten sonra dayısıyla tekrar münakaşaya başladı M. Ali.
Bu fikir çarpışması tahminen 3/4 saat ayakta olarak sürdü.
Çünkü Risale- i Nur'un verdiği özgüven patlaması ve evrensel komünist liderlerle bile mübareze ve cedelleşeceği, onları ikna veya ilzam edeceği duygusu dolup taşıyordu adeta.
Amma ve maatessüf ki tartışma M.Ali'nin ezilmişliği ve ağır hezimetiyle bitti!
Kendini bütün ruhu canıyla mağlup ve zelzeleyle yerin dibine geçirilmiş gibi hissediyordu.
Tartışma sonrası Diyanet mealini eline verip altı çizilmiş en ihtilaflı konuları oku demesi ise yenilgi psikolojisini kanamalı bir ameliyata dönüştürmüştü sanki.
Hikmet diliyle yazılmayan ve kötü bir mealin sopa vurma, kol kesme, kadın hakları, savaş ayetleri; eziklik ve mağlubiyet algısını en dip ve karanlık derekeye fırlatmıştı.
O gün kargaşa ve çatışma duygularıyla sabaha erişti.
Sabah uyandığında kendine yabancı, başkalaşmış metamorfoza uğramış bir M. Ali vardı benlik ve idrakinde...
Olanlara inanamıyor ve her nefeste binlerce pişmanlık fışkırıyordu ruhundan.
Allah kahretsin, lanet olsun denecek bir gerçekle karşı karşıya değil içiçe ve tastamam bütünleşikti.
Korkunç bir kişilik depremi geçirdiğinin şuur, idrak ve fehmindeydi.
Hafızası allak bullak olmuş, bildikleri karman çorman, her şey sanki havada tüyler gibi uçuşuyor; yuvasından kaçmış serseri özyavrular dağılıp gözden kayboluyordu.
Tüm bu duyguları dersaneye gitmek için dayısının kapısı önünde ayakkabılarını giyerken, şimşek hızında ve çok net ve derin acıyla hissetti.
Kişilik parçalanması ve benlik alaborası ve en derin diplere yuvarlanış buydu böyle bir şey olmalıydı.
Aman Allah'ım bu ne korkunç bir durumdu ve taze bir ergenin başına gelmişti!
Kendini yeni tomurcuklanan bir gül gibi hissederken bir köz; göynüye göynüye yakıyor ve dumanını kendinden başka görüp hisseden kimse de yoktu...
Bu dehşetli hal tam bir kişilik parçalanması ve yıkımıydı.
Henüz yeni filizlenen bir kişilik tomurcuğu başına düşen bir fikri/idealojik bombayla ağır ağır, derin derin yanıp küle dönüyordu.
Hayır hayır bu gerçek olamazdı!
Bu yeni vaziyeti normal görüp alışmak imkansız bir şeydi...
Bir insanın başına bundan korkunç bir şey gelemezdi!
Kendi başına gelen bu ızdırabı düşünmek, kabullenmek olacak bir şey değildi!
Aman Allah'ım bu durumu nasıl kabullenebilirdi ki?
Aklından çıkmayan bu tahribat; sadece dehşet, vahşet ve cinnet hissettiriyordu!?
*
Bu korkunç başkalaşım ve metamorfozlu vaziyette Farabi Sokak'taki vakfın 2. katına çıktı.
Artık eski M. Ali değildi.
Görüntüsü bile değişmiş ve siması karamsar ve büzüşmüştü.
Artık gözleri içe dönük, sönük ve sabit bir noktaya çakılıp kalmıştı.
Dış dünya gittikçe kendinden uzaklaşıp karmaşıklaşıyor, beraberinde ateşle tutuşmuş benliğini de sürüklüyordu.
Kişiliği parçalanıyor; iç çatışma ve kaos artıp dehşetleniyordu.
Vakıfta kaldığı bir hafta veya 10 günde tek bir cümle okuyupta anladığını hatırlamıyordu M. Ali.
Uykusuzluk, vesvese, vehim, keder, unutkanlık, neşesizlik, karamsarlık, kaygı gibi hisler benliğine eşek arısı kabilesi gibi musallat olmuştu ve her gün bu kargaşa derinleşip artıyordu.
Sabah namazı dersi artık tat vermiyor ve kahvaltı yapmadan az yukardaki Pembe Köşk etrafında umutsuz, neşesiz, sönük, dağıtılmış bir kafa ve gönülle geziniyordu.
Hayattan soğumuş, yaşama enerjisi adeta sönmüş en güvendiği dağlar yıkılmış; tüm sevdikleri ölmüş de ağlayanı yokmuş gibi yapayalnız, derin ızdıraplar içinde közde ağır ağır kavruluyordu sanki.
Başında çakan şimşekleri ve bedeninden yayılan yanık kokulu dumanları ise hiç kimse görmüyor, göremiyordu...
1976'lı yıllar. İsmail Abi: "Maziden hoş bir kare..."