بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ
1974 sonbaharında 13 yaşımda, Üstad Said Nursi'nin ilkin Küçük Sözler'ini okumaya başladığımda; bu kitapçıktaki her düşünce, temsil, örnek beni çarpıp, kucaklar şekilde etkiledi.
Küçük Sözler'in bugün de hatırladığım tesir ve izlerini halen her okuyuşumda hatırlar ve en taze ve çaresiz gençlik günlerimdeki; inayet ve merhameti en derinden hissederim.
İlk nasibim Küçük Sözler'e; önceden beri sanki çok ihtiyacım ve özlemim varmışta; birden kavuşmuş gibi oldum.
Apayrı bir gezegenden, yukardan, derinden, ötelerden ve içimin içinden sesleniyordu Küçük Sözler.
Yatılı okulda gurbette kimsesiz; her türlü fikir ve duygu saldırısına maruz, içten içe bir imdat ve tazarru psikolojisi içindeyken Küçük Sözler öğretmen okulundan Mehmet abim vesilesiyle elime geçti.
Mehmed Abi tedbiren, mecburen; küçük eserleri; Hizmet Rehberi, Ramazan İktisat Şükür Risalesi gibi eserleri alttan desenli, pastel kağıtlarla kaplar dışına ise naylon kaplık takardı.
Üstüne ise İslam'a Hizmet Rehberi yazardı (k). Altında ise "Abdullah bin Mirza" yazılıydı.
İç sayfalarda geçen Said Nursi ismi silinip boş bırakılırdı. Daha sonra bu tedbire gerek duyulmadı.
1941/42 Eğitim Öğretim Yılı
Özelllikle; mecburen okulumuzun park ve bahçelerinde, ağaç altlarında; kuytu köşelerde; tek ve beraberce okudukça; yepyeni bir ruh dünyasına, bambaşka bir aleme girer gibiydim.
1. Söz ne biçim bir sözdü ya. Yemin olsun; o güne dek çok edebi kitap okuduğum halde hepsinden farklı cazip, sıcak, sarsıcı ve rengarenk bir dünya sunuyordu.
İlk kelam "Ey kardeş" şeklindeydi.
O zaman bende mi kardeştim? Hem sevindim hem mahcup oldum.
Sonra hitap ettiği kimseye: "sen bir asker olduğun için" diyordu.
Bu hitabı da temsili söz olarak algılamıştım. Çokta hoşuma gitmiş ve kahramanlık tarafımı hareket ettirmişti.
Sonra öğrendim ki; o asker gerçek bir asker; üsteğmen rahmetli Hulusi Yahyagil'miş.
(O günlerde beraber okuduğumuz arkadaşlardan; Rus kumandana esirlikte ayağa kalkmayışı; tam anlamıyla çarptı ve şehamet-i imanımı tutuşturdu.
Bu çizgide Miran Aşireti reisini namaza davet edişi, Peygamberimizi (asm) rüyasında görüp Kur'an ilminin verileceği müjdesi, Van Kalesi'nden düşüp mağara girişine yuvarlanırken "ahh davam" diye haykırmasıydı.
Bu günlerde üstadı yüksek yeşil bir tepe üstünde bağdaş kurmuş olarak görmem de ilk risale tanıma dönemimde beni en çok etkileyen hal ve durumlar arasında sayılabilir.)
Küçük Sözler'deki; "Bismillah her hayrın başıdır, biz dahi başta ona başlarız" cümlesinin mana olarak hadis olduğunu çook sonra öğrendim.
Biz de ona başlarız demenin önce besmele nedir onu öğrenmeye başlarız demek olduğunu yine çok sonra öğrendim.
"Bil ey nefsim" diyen üstad, önce ve özellkle kendine hitap ediyordu.
"Birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle, çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum" demek ne demekti ya.
Bu hitabın beni hissen ağır bir yükten kurtardığını hatırlıyorum.
Kısaca koca alimde bile bir nefis varmış ve kendi nefsini muhatap alabiliyormuş.
Üstadla kendimi aynı hizada ve yanyana hissettiğimi hatırlıyorum.
Bir arkadaş, bir ağabey, bir öğretmen gibiydi sanki.
Besmele İslam nişanıymış. Şöyle anlıyordum; dünyanın bir ucuna gidip besmele çeksem; yanımda müslüman varsa beni tanır ve bilir.
Fakat daha önemlisi mevcudatın diline tesbih ettiği bir kelimeymiş.
Demek ki; varlıklar da çokça besmele çekiyor ama nasıl?
İlerdeki temsil ve örnekler bu soruma cevaptı.
Besmele özellikle bitmez bir kuvvet ve büyük bitmez bir bereketmiş.
Çok besmele izahı okuyup duymuştum lakin ilk defa böylesiyle karşılaşıyordum.
Bedevi Arap çölü misali; ilkin beni alıp Peygamberimizin (asm) yaşadığı memlekete götürdü.
Temsili hikayenin manasından önce bu tahattur, tahayyül ve tedai beni asr-ı saadete fırlattı sanki.
Kabile reisinin ismini/ iznini almanın bugün bile yaşanan bir gerçek olduğunu son yıllarda öğrendim.
O zaman sade bir temsili hikaye olduğunu zannediyordum.
Şaki kelimesini az-çok eşkiyaya benzetmiştim zaten.
Üstad Bediüzzaman'ın nefsi de gururluymuş meğer. O zaman gurur olumlu manada kullanılıyordu.
Kur'an'daki garura kelimesinden dönüşüp mana kaybederek şan, şeref, izzet manasına transfer olmuştu.
Bugün gururun; izzet, şeref değil, kibir, büyüklenme manasında olduğunu, bu kavramın Kur'an'ca kullanmak şart olduğundan ısrarla şeref, haysiyet değil, tekebbür, içi boş övünme/ böbürlenme anlamında kullanmalı.
Temsili okurken besmelenin cesaret ve güç menbaı olduğu anlatılıyordu.
Bu sözün doğru ve gerçek olması gerektiğini tahayyül ve tasavvur ediyordum.
Yaşadığım o zaman ve ortamda buna zaruret derecede ihtiyacım vardı.
Besmele'li adam askere gidip devlet namına hareket ediyordu.
Bu anlatım hem asker hem devlet tarafıyla beni çekip övünç ve feraha sevketmişti.
Bu hisse de çok muhtaçtım.
Özellikle hayatın içinden bir Bismillah anlatımı inanılmaz tabii ve hakikatlıydı.
Hayret ya bu ne biçim bir anlatımdı ki en hassas noktalarıma dokunuyor, beni sarıp sarmalıyordu.
Bütüncü hayatın tam orta kesitinden bir izah, bir sunumdu bu tarz bir izah.
Allah Allah ne tuhaf, ne orijinal bir metindi bu böyle.
Bir kişi şehir ahalisini zorla bir tarafa gönderiyordu.
Bu ifade jandarma gerçeğini anımsattı.
Hakikaten köyde bu gibi durumları yaşamıştım. Köylüler; nasıl korku ve saygı ile hizalanıp ciddi ve düzgünce konuşuyorlardı jandarma gelince.
Amma bu anlatış şekli acayip ve garip değil miydi.
Yani çok sıradan ve arı, duru.
Sonradan gördüm ki yazan üstadta kendine acip, garip, tuhaf sıfatlarını takacak kadar enteresan biriymiş.
Çekirdek ve tohum misalleri ilk aklım erdiğinden beri haşir neşir olduğum bir vaziyetti.
Bostan, kavun, karpuz yine ilk göz açtığımdan beri içiçe olduğum bir hayatın gerçeğiydi.
Benim dünyamın gerçek ve renklerini tasvir ediyordu.
Damar ve köklerin toprak altında büyümesi, taşları şak diye kırması, dalların havada yayılması da gözönümde bir hayat tezahürüydü.
İnek, koyun, keçi örneği ise her okuduğumda beni benden alır, hayatımın en insani sarmalına dolardı.
Çünkü gözümü açtığımda bu mübarek enam ile haşir neşir olmuştum.
''Ehlî hayvanlarda da sizin için birer ibret vardır. Onların karınlarında, kan ile fışkı arasından çıkan ve içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir sütle sizi besleriz." (Nahl Sûresi:66.ayet)
Meğer bu ayetin bir nevi tefsiri imiş sonradan öğrendim.
Sonra "asanı taşa vur" ayeti; hem bir emir hem toprak altındaki suyu ve mucizeli fışkırışını çağrıştırıyordu.
Öbür yanda ise; Kur' an'daki peygamberlere ve kıssalara götürüp gizemleriyle tanıştırıyordu.
Asalı celalli Musa (as) ve devamlı misafir sahibi yufka yürekli İbrahim (as) ile tanışmıştım
Hz. Muhammed'ten (asm) sonra İbrahim Halilullahı duyup sevmiştim ilkin.
Bir besmele anlatımı; beni nerelere götürüp getiriyordu böyle. Bir çeşit sarhoş gibi taşıp coşuyordum adeta.
Allah namına almak-vermek, Allah'ın istediği zikir, fikir, şükür fiyatı ise; besmeleyi taçlandırarak sonlandırırken, doyumsuz bir zirveye aklen, fikren, hissen doymuş olarak bırakıveriyordu.
"Eyy nefis!
Böyle ebleh olmamak istersen Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle vesselam. [selam ile kal].
Hasanoğlan Öğretmen Lisesi Nur talebeleri "Çamlaraltı mescidi"nde cemaatla kılınan namaz sonrasında; 1975/ 76 öğretim yılı.
Hasanoğlan Öğretmen Lisesi'nde genç Nur Talebeleri; 1976/ 77