Tillo, her yıl bir şehrayini andıran yeni bir baharın bekleyişi içinde idi. Bir önceki hafta kazma-kürek yaktıran martın soğuk çehresi birden yumuşamış, beklenmedik şekilde ısınan hava, karları eritip yükseklere doğru süpürmüştü. Yeni yılın kuzu ve oğlak melemelerine karışan Kur'an talebelerinin sesleri, baharın bütün neşesiyle birlikte Tillo'nun taştan evlerine, medreselerine, türbe ve zaviyelerine, davetsiz misafir gibi akıp duruyordu.
Yüksekle sesle yapılan ders tekrarları, yeni öğrenilmiş ilahilerin nota ve âhengini bulmaya çalışan terennümleri, bitmek nedir bilmiyordu. Asırların beslediği bu ilim merkezi bütün bunlara alışmış, bu çocuklar, bu kırık dökük terennümler, bu mütemâdî gürültülerle adeta bütünleşmiş, tek vücud olmuştu.
Aslında sokaklara kadar akseden bu gürültünün yanı başında, en az onun kadar canlı ama bir o kadar da sessiz bir sükût, derin bir sessizlik de yaşıyordu Tillo'da. Câmi, zaviye, tekye, türbe, kabristan ve büyüklerin meclisinde yaşayan ulvi ve müeddeb bu sükût; ikinci bir zaman, ikinci bir iklim, bambaşka bir dünya, bir âlem gibi kendisini hissettiriyordu. Konuşan ile susan Tillo, yan yana, iç içe, birlikte yaşıyordu.
Beş vakit namazı Ulucami'de kılmayı, eli kanda bile olsa terketmeyen Zemzem-ül Hâsiye, bu sabah namazından hemen herkesten önce çıktı. Onun için bugün çok hususî bir gündü. Yılda sadece iki sefer, kısa bir rüya, bir ân gibi yaşadığı şeyi yaşamak istiyordu.
Bugün yirmi bir marttı! Güneşin ilk ışıkları, dedesi İsmail Fakirullah'ın mürid ve hâlifesi İbrahim Hakkı'nın ufukta inşa ettiği duvara vuracak, sadece küçük pencereden bir huzme geçip türbenin kulesindeki mukabil pencereye girerek çarptığı prizmada kırılarak yön değiştirecek ve çiğ aydınlığı üç beş saniye dedesinin baş ucuna düşüp aydınlatacaktı. Aynı zamanda bir astronomi ve fizik harikası olan bu dahiyane tertibi kuran mürid, "Şeyhimin başucuna doğmayan güneşi neyleyim!" diyerek bu zahmete hangi his ve düşüncelerle katlandığını ifade etmişti. Zemzem aynı sözü bizzat kendisinden dinlediğini de sanıyordu ama emin değildi.
Beş yıl önce vefat ettiğinde şeyhinin ayak ucuna defnedilmesini vasiyet etmiş, amcaları da eniştelerinin vasiyetine riayet etmiş, babalarının ayak ucuna defnetmişlerdi. Büyük mürşidin türbesini ziyarete gelenleri, tıpkı sağlığında olduğu gibi, kabrinde önce İbrahim Hakkı karşılıyordu...
Zemzem ül Hasiye, hiç görmediği dedesine sadece derin bir aşk ve vecdle bağlı olmakla kalmıyor, garip bir şekilde ruh benzerliği de gösteriyordu. Düştüğü kör kuyuda yaşadıklarından sonra sekiz yıl meczubvari bir istiğrak hali yaşayan İsmail Fakirullah'ın torunu da cezbeye kapılıp kendisinden geçiyor, vecd ve istiğrak içinde yüksek sesle Kur'an okuyor, ilahiler terennüm ediyor, şiirler ve dedesinin veciz sözlerini tekrarlayıp duruyordu.
Bu hâline âşina olan Tillolular, umumiyetle cezbeli iken görmezlikten geliyor, rahatsız etmemek için uzaklaşmaya çalışıyorlardı ancak henüz yirmisindeki Zemzem'in bu vaziyetini dedikodu malzemesi yapanlar da oluyordu. Amcazadesi ve kocası olan Memduh'un kulağına kadar gelen bu dedikodular, zaman zaman rahatsız edici seviyelere çıkmış ama bir çözüm bulamamışlardı. Cezbeye kapılmak, vecd hali yaşamak Hâsiye'nin fıtratında vardı.
Türbeye yalnız başına girdi. Zaten sabah namazında birkaç yaşlı nineden başka kadın yoktu. Onlar da erkek cemaati dağıldıktan çok sonra camiden ayrılıyor, çarşaflarının içinde bükülmüş belleri ile dinlene dinlene evlerinin yolunu tutuyorlardı.
Yalnız başına türbeye girdiğini gören erkeklerden hiç kimse oraya yönelmedi. Oysa yirmi bir mart olduğunu, güneşin ilk ışıklarının bir mucize gibi önce Fakirullah Hazretleri'nin başucuna vuracağını biliyorlardı. Zemzem erken davranıp öne geçmişti...
Önce İbrahim Hakkı'nın kabrinin başucuna çömeldi. Sırtı kapıya dönük olduğundan peçesini sol ucundan tutup sağ tarafına katlayıp sabitledi. Gözlerinin ıpıslak olduğunu görecek kimse yoktu. Bir Fâtiha okuduktan sonra ayağa kalkıp dedesinin kabrine yöneldi. Sol tarafına geçti, usulca başucunda diz çöktü. Yüksek sesle Haşr Suresinin son beş âyetini okumaya başladı. Ağlamaklı sesi türbenin taş duvarları arasında, kubbenin yüksek boşluğunda yankılanıp duruyordu.
Uzun uzadıya dualar mırıldanıp Fâtiha ile bitirdiğinde türbeye ışığı taşıyacak olan kule penceresi de iyice aydınlanmıştı. Yanından eksik etmediği mendillerinden biriyle gözyaşlarını sidikten sonra sağ elini okşar gibi dedesinin mezar taşı üzerinde gezdirdi. Sonra kulağına fısıldarcasına,
"Dede, ben geldim!" dedi. "Zemzem ben..."
O anda güneşin altından bir ipi andıran ilk huzmesi de elinin üstüne düştü. Derken çiğ bir aydınlık, beş on saniye kadar, ürkek bir kelebek gibi dedesinin başucunda titredikten sonra havalanıp kayboldu. Karanlık ve fırtınalı bir geceyi bir anda aydınlatıp sönen bir şimşek parıltısına benzeyen bu aydınlık, ne yazık ki, yılda sadece iki sefer tekrarlanıyordu. Kısacık, bir ân ama mucize gibi...
Zemzem o anda cezbe ve istiğraka yenik düştü, ağlamaya, yüksek sesle dualar okumaya ve dövünmeye başladı. Çoğu zaman cezbesi bir yarı baygınlıkla bittiğinden ayakta ise düşüp kendisine zarar verebiliyordu. Bereket ki, diz çöktüğü yerde yakalamıştı.
Kendisinden geçeceği bir anda sağ omuzunda bir temas hissetti:
"Kızım!" dedi kanayan bir ses...
Babası Şeyh Mustafa, yaşlı gözlerle kendisine bakıyordu. Türbeye yalnız başına girdiğini son anda birisi kulağına fısıldamıştı. Cezbeye kapılacağını tahmin edip ihtiyatlı davranmış, cemaat dağıldıktan sonra eve götürmek üzere beklemişti. Yanına oturup çocukluğundaki gibi kolunu boynuna dolayarak başını göğsüne yasladı. Sakinleşmesinin zaman alacağının farkında idi.
"Ne çok dedene benziyorsun kızım! Tam sekiz yıl istiğrakta kaldı; bizden, herkesten, dünyadan uzak ve habersiz yaşadı."
Zemzem'in omuzları sarsılmaya, başı yaralı kuş gibi çırpınmaya devam ediyordu. Kendisini işitip işitmediğinden emin olamadı.
Not: Kutub Yıldızı II. Cild