Şeyh Eyyüb-i Ensarî'nin Reyhaniye Camiinin alt tarafındaki abbaranın güney çıkışının hemen sağında yer alan evi tipik ama büyükçe bir Mardin evi idi. İki katlı evin üst katında biri kiler ve mutfak gibi kullanılan salon büyüklüğünde dört odası vardı. Biri üst caddeden diğeri abbara çıkışının hemen sağında yer alan iki kapılı girişi olan binanın alt girişi geniş bir iç avluya açılıyordu. Alt katta dört atın yaşayabileceği bir ahır, yemlik ve odunluk yer alıyordu. Bir iç merdiven iki katı birbirine bağlıyordu. Yukarıdaki kapı ise doğrudan üst kata giriş imkânı veriyordu.
Nüfuzlu şeyhin misafirlerinin bir dergâh veya zaviye havası kazandırdığı ev, kalabalık vakitlerde bile ıssızlık vehmi uyandıran bir sessizliğe sahibdi. Esasen hâne halkının kalabalığı bile kâfi miktarda gürültü sebebi olabilecekken, hareket kaynayan bu evin sessizliği hiç bozulmuyordu. Oysa Mardin halkının umumî yaşayışı, sessizlikten çok gürültüye yatkındı. En yakınındakilere bile bağırarak konuşan bu insanların bir şeyhin evine, bir medreseye, bir zaviyeye, bir mâbede girerken takındıkları mezar taşı sessizliği, büyülü bir eşikten geçmiş gibi değişmeleri şaşırtıcı idi. Asırların beslediği bu edeb, Mardin'de bütün incelikleri ile yaşamaya devam ediyordu.
Molla Said, Kasımiye'den emanet aldığı kitabları bir hafta zarfında bitirinceye kadar, namaz vakitleri haricinde odasından çıkmadı. Hatta çok sevdiği Kasım'a bile çoğu zaman odasının kapısını açmadı. Sabah ve yatısı namazlarını Ulucami veya Şehidiye'de kılsa bile, diğer üç vakti yakındaki Reyhaniye'de kıldı.
Geceleri, neredeyse uyumadı, denebilecek bir vaktin dışında, bütün zamanını bu yeni bilgi mahzenlerinde kafa yorarak sabahladı. Gecenin geç bir vaktinde sessizce odasına süzülüp çalışmalarına iştirak eden Eyyüb-i Ensarî'den rahatsız değildi. Aksine bu asil insanın varlığından, mânevî feyzinden hoşlanıyor, bazı derin mevzuları kendisine tekrarlıyor, fikrini alıyor veya bildikleri ile onu zenginleştiriyordu.
Şeyh Eyyüb, Molla Said'e hayranlığını gizlemiyor, misafirliğinden duyduğu sevinci her vesile ile dile getiriyordu. Kasım'ın eğitimini de Molla Said'e tevdi ederek itimadını ifade etmiş, onu Ezher icazetli oğlu Muhammed Necib Yusuf da dahil, Mardin ulemasının üstünde gördüğünü ihsas etmişti.
Bazı gecelerde Molla Said'e Mardin ileri gelenlerini, şeyhlerini, bey ve ağalarını anlatıyor, devlet ricali hakkında kısa bilgi ve tecrübelerini aktarıyordu. Anlattıkları arasında Şeyh Abdurrahman Hamidî'ye beslediği hürmet ile Mutasarrıf Mehmet Enis Paşa'nın varlığından duyduğu tedirginlik dikkatini çekmişti.
Hamidiye Alaylarının varlığı, uç vermiş olan Ermeni Meselesinin şeyhin zihnini kurcaladığı, bu hususî dertleşmelerde açıkça anlaşılıyordu. Doksan Üç Harbi'nin bölgede meydan getirdiği korku, karanlık bir sütrenin, bir ağacın, bir taşın arkasına saklanmış, tuzak kurmuş düşman gibi yaşıyor, tedirgin etmeye devam ediyordu. Bu meş'um savaş, Cihan Devletine ecel terleri döktürmekle kalmamış, düşmanlarının çok gerisinde kaldığını da öğretmişti. Öğretmişti ama kuvvetlenip yeniden öne geçip geçemeyeceğini kimse bilmiyordu, emin olmak da mümkün değildi.
Sultan Abdulhamid'in bu tehlikeli savaştan sonra zamana oynadığı, maceralara kapı aralamamaya çalıştığı bir fısıltı halinde Mardin Sancağına bile ulaşmıştı. Doksan Üç benzeri tehlikeli bir savaş veya emr-i vâki devletin sonunu getirip, milletle birlikte Ümmet-i İslâm'ı da esaret altına sokabilirdi. Bu ihtimal, neredeyse dağ başındaki köylü bir çobanın bile tedirginliği olarak yerleşmiş, acıtıyor, can yakıyordu.
Devlet medreseleri ile devlet ricali, Mardin'in taş cephesinin İstanbul'a açılan penceresiydi. O pencereden bakma fırsat ve imkânı bulanların gördüğü manzara, tedirgin ediciydi. Cihan Devletinin yıkılmakta olduğunu görmemek için kör olmak gerekiyordu. Ne var ki, altı yüz yıl hükmetmiş ve hâlâ çok büyük görünen bu muazzam devletin yıkılacağına hükmetmek de kolay değildi. Yıkılmayacağından hareket etmek akıl ve hissiyat için daha tabiî görünüyordu.
Bu pencereden Molla Said de bakma fırsatı bulmuş, gördükleri karşısında ister istemez heyecanlanmış, bir şeyler yapması gerektiği hissiyatı içinde kafa yormaya başlamıştı. Devleti kurtaracak bir şeylerin olması gerektiğine inanıyordu. Sıfırdan kurulan bu devlet, bu kadar varlığa rağmen çökmemeli, yıkılmamalıydı. Çâre, yanlışlarından sıyrılmasıydı; bütün yanlışlar terkedilmeli, tard edilmeli, yerine doğrular konmalıydı. Buna öncülük yapanlardan olmak istiyordu.
İlk bakışta gözüne çarpan problem, Sultan Abdulhamid idaresinin sertliğiydi. Bazı mecmualarda okuduğu makalelerin uyandırdığı bu zannı teyid eden, mahallî idarecilerin aynı baskıcı tarzı tatbik etmeleri, İstanbul benzeri bir hafiye teşkilatını kurmaları idi. Mehmed Enis Paşa'nın mutasarrıflık dairesi küçük bir Yıldız gibi hâfiye kaynıyordu. İnsanlar takibe alınıyor, ayakları taşa yan basanlar mutasarrıflığa jurnalleniyor, başlarına olmadık hadiseler geliyordu. En ucuz kurtulanlar, birkaç gecelik dayaklı nezaret misafirperverliği yaşayanlardı. Bu kadarı bile, bir daha taşa yan basmalarının önüne geçmeye yetiyor ya da taşa sadece karanlıkta yan basıyorlardı.
Baskı ve hürriyetsizlik milletin birliğini bozmuş, devleti yalnızlaştırmış, homurdanmaların sebebi olmuştu. Sultan, bu homurdanmaların önüne geçmek için çözümü baskının dozunu arttırmakta arıyordu. Oysa artan baskı daha büyük bir nisbette homurdanma ve huzursuzluğu arttırıyor, yeni ve daha büyük problemleri doğuruyordu. Bu huzursuzluğu kullanmakta asla gecikmeyen Batı devletleri tek veya birlikte harekete geçiyor, konsolosluklar casus merkezleri gibi çalışıyor, huzursuzluğun ateşini harlayıp duruyorlardı.
Bir taraftan huzursuzluğu körükleyen Batı, öbür taraftan Sultan'ı istbdad uygulamakla itham ederek İstanbul'un iradesini felc etmeye çalışıyordu. Padişahın Rus tehdidine karşı bir tedbir olarak görmekle birlikte Kürdistan'ı rabt ü zabt altına da alacağı ümidiyle kurduğu Hamidiye alayları, daha şimdiden bölgede huzursuzluğun sebeblerinden biri haline gelmişti. Mustafa Paşa'nın zulmü doğrudan Kürtlere dokunurken, Kırk Beşinci Alay erken bir Ermeni meselesini Mardin'in başına sarmıştı. Sadece Mardin'in değil, harekete geçen konsolosluklar, Ermenilere zulmedildiği feryadları koparmış, devleti Batılı devletlere şikâyet etmişlerdi. Batının baskısı altında bunalan İstanbul ise idare-i maslahat yolu tutturarak, vaziyeti idare etmeye, kontrolü kaybetmemeye çalışıyordu.
Bediüzzaman'ın uzaktan uzağa ilk defa farkına vardığı bu manzara karşısında kapıldığı tehevvür, kendisinde beklemediği bir anda kamçı yemiş küheylan tepkisi meydana getirmiş, kendi içinde şahlanmasına sebeb olmuştu. Devlet-i Aliyye ile birlikte Ümmet-i İslâmı kurtarmak gerektiği düşüncesi, verimli bir toprağa düşen çekirdek gibi zihnine düşmüş, inkişafa başlamıştı.
Kapısı çalınıp da Kasım içeri girdiğinde, ovaya bakan pencerenin önünde oturmuş, akşam bitirdiği bir kitabı karıştırıyor, notlar alıyordu. Başını kitabdan kaldırıp,
"Hayırdır Kasım!" dedi.
"Cuma saatinden önce çıkalım demiştin Seyda! Hatırlatmak istedim."
Bediüzzaman, önündeki kitabı kapatıp çevik bir hareketle kalktı. Üstüne başına son bir çeki düzen verdikten sonra, "Çıkalım!" dedi.
Büyük sofada Kasım'ın annesi ile karşılaştılar. Yüzünde her zamanki müşfik hava hâkimdi.
"Allah kabul etsin!" dedi.
"Allah razı olsun anne!" diye cevab verdi Molla Said.
Evlad muamelesi gördüğü bu evde Eyyüb-i Ensarî'nin hanımına "anne" demesi Kasım'ın çok hoşuna gidiyor, bu yakınlıktan derin bir haz duyuyor, bir imtiyaz gibi bağrına basıyordu. Bediüzzaman Molla Said'e öz kardeş mesabesinde bir hukukla yakın olmaktan derin bir sevinç duyduğunu saklamıyor, çok yerde havasını da atıyordu.
(Kutub Yıldızı II Romanından)
Şeyh Eyyüb-i Ensarî'nin evi. Abbaranın çıkışının hemen sağında yer alan alt giriş kapısı.
Giriş demir kapıya kadar sonradan örülerek küçültülmüş. Maalesef metruk vaziyette.
Güneyden abbaraya doğdu tırmanan taş merdivenler...