1889'un Ekim sonunun bu güzel gününde üstündeki can sıkıntısını atmak düşüncesi ile medreseden çıktığında maksadı yukarılara doğru tırmanışa geçip Arincik'i —Çatbayırı— arkasında saklayan zirvenin güney cephesinde iki zirveye ayrılıp bir vâdi ile Arvas ve Abdivan'ı —Ulubeyli— birbirinden ayırarak Arvas Deresi'ne kadar inen bölgenin yeşillik ve hayat kaynağı suyun başına gitmekti. Vâdinin batı cephesinde, zirveye yakın bir yerden fışkıran bu su gözü, fırsat buldukça ziyaret ettiği yerlerdendi. Kuşbakışı manzara hâkimiyeti, ıssızlığı ve gürül gürül akan suyu ile Said'i dinlendiren bir mevki idi.
Daha birkaç adım atmıştı ki, tanıdık bir ses kulağına çalındı.
"Nereye gidiyorsun?" diyen ses Seyyid Masum'undu.
Dokuz yaşının bütün tatlılık ve canlılığı ile üç-beş adım ötesinde durmuş gülümsüyordu. "Yakaladım seni!" der gibi bir muziplik vardı gözlerinde.
"Öylesine! Tırmanacağım biraz!" dedi Said.
"Ben de geleyim mi?"
"Uzağa gideceğim, su gözüne!"
"Olsun. Gitmediğim yer mi?"
Said, kurtuluşun kolay olmayacağını anladı ama bugün yalnız kalmak, başını alıp gitmek istiyordu. Bir hamle daha etti:
"Şeyh babandan izin almak lâzım!"
Seyyid Masum birden gücenmiş gibi ciddi bir tavır takındı.
"İzin alırım ama sen beni istemiyorsun, anladım. Git o zaman..."
Said, "Hadi gel!" demekten son anda vaz geçti. Yaklaşıp Masum'un gür saçlarını okşadı, kavisli kaşlarının altında ışıl ışıl parlayan gözlerine baktı.
"Bugün beni hoş gör Masum; gecikebilirim, bu gece gelmeyebilirim. Başka bir gün birlikte gideriz."
Küçük Seyyid az önce takındığı gücenmiş tavrını yumuşattı ama hâlâ kırgın olduğunu belli eden bir ses tonu ile,
"Tamam, git sen!" dedi.
Said bir daha Seyyid Masum'un saçlarını dostça okşayıp tırmanışa geçti.
Kavis ve virajlarla yükselen patika yollara girmeyip dikine yükselip vâdinin doğu sırtında ilerlemeye devam etti. Öyle hızlı bir yürüyüş tutturmuştu ki, uzaktan gören biri bir şeylerden kaçtığını veya acil haber taşıyan bir ulak olduğunu sanabilirdi. Oysa acele etmesini gerektirecek bir şey yoktu ama içindeki saik bir kamçı gibi tazyik ediyordu. Gözüne kestirdiği ana zirveye varma düşüncesi, pırıltılı bir dâvet gibi koşturuyordu...
Arincik'in bütün güzelliği ile göründüğü ilk zirveye vardığında kendisini kuşlar gibi hissediyordu. Birkaç hafta öncesinin renk cümbüşü yerini çiğ bir sarı ve turuncuya bırakmış, dere yatağı boyunca altın bir nehir gibi aşağıya doğru akıyordu. Ekseriyeti Ermeni olan köyün evleri uzaktan uzağa Nurs ve Arvas evlerine göre büyük ve gösterişli görünüyordu. Bacalardan yükselen duman, sarı nehrin üstünde beyaz bulutlar gibi geziniyordu.
Bir an Arincik'e inme düşüncesine kapıldıysa da teşebbüs etmedi. Kısa bir soluklanmadan sonra sırtı takible vadinin batı cephesini meydana getiren ana zirveye doğru yürümeye devam etti. Ancak artık acele etmiyor, her noktada durup sonsuza doğru dalgalar gibi uzanıp giden zirveler denizinin güz manzaralarını seyrediyordu. Sarı vâdilerin, gri-mavi dumanların haber verdiği köylerin çokluğuna şaşırıyordu.
Bulunduğu yerden Kırmızı Köprü, Müküs Çayı'nın turkuaz sularını kesen bıçak ağzından kalma kanlı bir çizik gibi görünüyordu. Daha kuzeye doğru Müküs'ün sarı saltanata teslim olmuş bağ ve bahçeleri hüzünlü, ümidsiz bir vedâ kesilmişti. Müküs'e kadar inen Arincik Vâdisi ile Arvas Vâdisi, birbirilerini kıskandırmaya çalışan iki güzelin şuh tavrı içindelerdi. Van'a kayan bakışlarının önünü ise Karabet Dağları kesiyordu.
Ana zirveye vardığında gördüğü manzara büsbütün soluğunu kesti. Nurs Deresi —Kesen Deresi— doğduğu yüksek dağlardan, bütün bir vâdi ile birlikte ta Nurs'a kadar görünüyordu. Dere boyunca sıralanan köylerden yükselen baca dumanları bu güneşli günde bile sobaların yandığını gösteriyordu. Bu düşünce ile üşümekte olduğunu hissetti. Üç bin metre rakımı bulan bu yükseklikte esen şiddetli rüzgâr tenini bıçak gibi kesiyordu. Çoban, avcı ve pancarcıların bir sığınak gibi kullandığı büyük kayanın güney cephesinde bir mola vermeden önce gözleri Tağ'ı aradı fakat tahsilinin ilk başlangıç noktası olan bu şirin köyü bazı sırtlar perdeliyordu. Ancak yerini tahmin edebildi...
Sığınanları sert rüzgâr ve yağmurlardan koruyan mağaravari kuzey ve güney oyukları ile ev büyüklüğündeki bu kaya, Said için iyi bir inzivagâh olabilirdi ancak hem çok uzaktı, hem de geç keşfetmişti. Yine de buraya son gelişi olmayacağını düşünüyordu. Ne yapıp edip arada bir gelecekti. Batı cephesinde birkaç yüz metre aşağıdaki küçük pınara yakınlığı ise başlı başına kayanın cazibesini arttırıyordu. Hatta bir kilometre kadar aşağıda kalan ana kaynağa bile inip çıkabilirdi.
Sığınanların soğuk günlerde yaktıkları ateşin taşta meydana getirdiği is, tabiî bir kabuk, siyah bir zemin şekli almıştı. Yerden aldığı ucu sivri bir taşı kalem gibi kullanarak siyah zemine "Said" diye yazdı. Hattının iyi olmadığını düşündü. Oysa medresede bir hattat gibi güzel yazan talebeler vardı. Yazma kabiliyetinin eksik verildiğinin idrakiyle zihni Allah'ın varlığına intikal etti. Onu görmek istiyordu; herhangi bir varlığı, bir mevcudu görür gibi görmek istiyordu. Ama göremiyordu. Oysa bir yolu olmalıydı, Allah'ı her şeyden, her varlıktan daha kat'i ve kesin gösteren bir yol...
O ânda bir ses sanki "Kayaya yazdığına bir daha bak!" dedi. Dönüp baktı... Siyah isin ortasında beyaz zemine ulaşan taşın hareketinden geriye kalan "Said" yazısı bütün netliğiyle okunuyordu. İçindeki ses devam etti:
"İnkâr edemezsin ki, taşta kendi ismini yazılmış olarak görüyorsun! Bu tek kelimelik yazı sana bunun bir isim olduğunu söylüyor, sendeki isim bilgisi de bunu teyid ediyor. Ama başka şeyler de söylüyor: Her şeyden önce bir fiilden, bir hareketten doğmuş; bu yazıya vücud veren bir fiil işlemiş. Fiil, seni faile götürmüyor mu? Fiil sahibi olmadan herhangi bir fiil olabilir mi? Hayır!.. Öyle ise bu yazıyı inkâr edemediğin müddetçe onu bir yazanın olduğunu hiçbir suretle inkâr edemezsin.
"Sonra bunun bir kelime olduğunu, rast gele harfler olmadığını görüyorsun. Bu da sana bu kelimeyi yazanın idrak sahibi olduğunu söylemiyor mu? Söylüyor... "Said" kelimesini yazacak kadar da olsa bilgi sahibi olduğunu, okur-yazar olduğunu söylemiyor mu? Söylüyor...
"Bu tek kelime, failinin şuur sahibi olduğunu, gözlerinin olduğunu, buraya kadar çıkabilecek kuvvet ve kudrete sahib olduğunu da söylemiyor mu? Aklın çürümüşse evet de... Ama diyemezsin...
"Peki, senden sonra buraya yolu düşen bir kimse, senden farklı düşünebilir mi? Seni yazarken görmemiş olması, onu bu tek kelimenin bir yazanın olmadığına götürebilir mi? Gözlerinin görmemiş olması, aklının da görmemesini mazur gösterebilir mi? Hayır!..
"İyi de Said, sen Allah'ı gözlerinle görmek istiyorsun! Allah'ı göz değil, akıl görür. Etrafına bak, çiçekleri gör, kuşları dinle, sulara bak!.. Mevcudatı meydana getiren fiili gör Said, fiili gör. Milyonlarla maksadı, hikmeti iç içe takib eden bu muntazam ve daimî hareketi gör. O zaman faili de göreceksin..."
Fırtınaya tutulmuş ağaç gibi tepeden tırnağa titrediğini, ürperdiğini hissetti. Ses kesilmişti ama artık her şey konuşuyordu. Kuşlar Allah diye ötüyor, güz çiçekleri Allah diye esen rüzgârda sallanarak "Ya Cemil, ya Rahim!" diye zikrediyor, güneş huzmeleri "Ya Kadir, ya Celil" diye her varlığı sarıp okşuyordu...
Cünûnla başının derde girdiği günleri hatırladı. Yoksa yine cinnet mi geçiriyordu? Büyük su gözüne doğru bayır aşağı tehlikeli bir koşu tutturdu. Kayadan, "Said" yazısından, işittiği seslerden kurtulmak istiyordu.
Ama koşmak işe yaramıyordu, zihninde kalın bir duvar yıkılmış gibi karanlıklar dağılmış, çiğ bir aydınlığın istilâsı başlamıştı. Artık sadece bitkiler, kuşlar değil taş ve toprak da Allah diyor, bütün zerreleri Allah diye tekrarlıyordu.
Büyük su gözünün başına varıncaya kadar birkaç sefer tökezlemiş, el ve ayakları yaralanmış, keskin bir taş sağ dizini bıçak gibi kesmişti. Ama hiçbir acı ve ağrı duymuyordu.
Gürül gürül akmakta olan buz gibi suya girdi, sonra içine yattı. Şimdi soğuk suyun bütün maddî kirleriyle birlikte korkularını da alıp götürdüğünü hissediyordu. Neden sonra sudan çıktığında çenesini tutamayacak kadar titriyordu... Donu hariç üstündekileri çıkarıp güneşin ısıttığı bir kayaya serdi. Güney cephesinde olduğundan zirvedeki şiddetli rüzgâr ve soğuktan eser kalmamıştı. Sıcak bile sayılabilirdi.
Etrafta kimsecikler yoktu. Sesler kesilmişti ama yine de çiçeklere, kuşlara bakmaya korkuyordu. Güneşin ısıttığı yassı bir kayanın üstüne uzandı. Güneşte ısınmış olan taşın sıcaklığı bir kış odasının sobası gibi iyi gelmişti. Bir müddet sonra, isli kayada kalan "Said" kelimesi zihninde güz yaprakları gibi uçuşurken derin bir uykuya daldı...
Not: Kutub Yıldızı romanından kısa bir bölüm.