Hayat nehrinin ölüm uçurumuna döküldüğünü çoğu zaman görmezlikten geliyoruz. Akıntının çokluğu, geçtiği yerlerin göz kamaştırıcı güzelliği, çoklarla aynı kaderi yaşıyor olmak hakikate perde çekiyor; görmüyoruz, idrak edemiyoruz.
Dünya meşgalesi, akıl ve ruhumuzu oyalamasaydı, ölüme koşmakta olduğumuzun ızdırab ve telaşını daha yoğun hissedebilirdik. Hangimizi kendi mezar taşımızın yanı başında uyandırsalar, yaşadıklarımıza acır, heba ettiklerimizin karşısında dehşete düşeriz. Ama hayatın bu en keskin, en apaçık büyük hakikati her nasılsa meçhulümüz olarak varlığını devam ettiriyor.
Mümeyyiz vasfı düşünmek olan insan, gerçek bir budala, zavallı bir mahlûk. Ya hiç düşünmüyor ya da düşününce hakikati bulmak yerine, küfre yuvarlanıyor. Beşeriyetin en ukalâsı filozoflar kafilesi, aklın rehberliğinde karanlığa gömülmüş. En çok aydınlığı yakaladığına sananlar, ancak bir yaratıcı gücün varlığına hükmedebilmişler. Bir adım ötesi yok, aklın diğer bütün sualleri karanlıkta kalmış, cevabı yok filozofların.
Modern ilim diye taabbüd edilen bilgiler, bütünün çeyreği olmaktan uzak. Kâinat müşahedesini esbabla sınırlamaktan öteye atabildiği tek bir adım yok. Nasılın peşinde her türlü meşakkati sineye çeken ilim dünyası, çok daha hayatî suallere bigâne kalıyor. Bigâne kalıyor, çünkü bir cevabı yok.
Cevab veremeyince hezeyana sığınıyor. İsimlendirince, çözdüm sanıyor veya öyle kabul edilsin istiyor.
Eserden müessire gitmek, asla yanaşmadığı şey. Eseri tarif ediyor ama müessirin karanlıkta kalmasına aldırmıyor.
Süleymaniye var, bütün ihtişamıyla orta yerde. İlim dünyası onu görüyor fakat zinhar Sinan'ın varlığıyla meşgul olmuyor. Aptallığın tahsillisi bu kadar eblehliğe müsaid demek.
Kur'an akıldır, Hadis akıldır. Aklın bu iki muhteşem ve mütemmim kaynağına gözlerini yumanların akibet-i elîmanesi ya küfürde boğulmak ya da gaflet sarhoşluğuyla hayvanlığa rücu etmektir; sefil bir hayvanlığa...
Nurcular muhtelif kitablar okumuyor olabilirler, lâkin fakir hiçbir düşünceye kapılarını kapatmadı. Elime geçen her eseri okumakla kalmadım, elime geçmeyenlere de uzanmaya çalıştım. Sokrat öncesi ilk devir Yunan filozoflarından günümüzün yaşamakta olan düşünürlerine kadar bütün felsefî düşüncelerle meşgul oldum. İddiam şu:
Yunan, Roma ve Batının bütün dehalarını tek bir insanda birleştirseniz, Bediüzzaman'ın çeyreği etmez. Onları okuduğum gibi, yarım asırdır Bediüzzaman'ı da okuyorum. Bitlis köylüsü Nursî'nin dehası da, ilmi de, mücadele hayatı da hiçbirisinde yok. Baldıran zehiri içebilecek kadar düşüncelerine sâdık Sokrat da Bediüzzaman'ın yanında güneşin yanındaki ay gibi sönüktür: Yaşatmayan, hayat kaynağı olmayan mübhem bir aydınlık, alacakaranlık.
Ne var ki, Bediüzzaman, doğduğu toprakların suçlusu. Kamalist devlet zihniyeti, altmış küsur yıl önce naaşını çalacak kadar alçalmıştır ve her gelen bu yüz kızartıcı alçaklığın üstünü örtmeye devam ediyor. Devletin naaşını bile çaldığı bir hain, bir suçlu imajı devlete taabbüd eden büyük kitlelerin müşterek kanaati olarak yaşamaya devam ediyor. Milletin yarısından fazlası bu aptalca vaziyette.
Oysa, Bediüzzaman'ın rehberliği bu devleti de İslam dünyasını da kanatlandırabilirdi. Bu büyük cürmün tek suçlusu, Kamalizm'den yakasını kurtaramayan devlet. Risâle-i Nur çoktan mekteplere girmiş olmalı, Bediüzzaman Üniversitesi çoktan kurulmuş olmalıydı.
Heyhat! Büyük felâketlerin ortasında kaldık... Osmanlı'yı yıkanlar, şuurumuzu tahrib etmeye, kafatasımızı boşaltmaya yeminliydiler. Bu meş'um emelin tahakkukunda kullandıkları vasıta, maarif. MEB, bir asırdır çocuklarımızın kafataslarını parçalayıp içini boşaltmaya memur.