Bediüzzaman Said Nursi'nin yanında bütün iddialarınızı ister istemez kaybediyorsunuz; hiçbir şekilde onu aşamayacağınızı, daha iyi bilemeyeceğinizi, daha büyük olamayacağınızı şaşkınlık ve hayranlık içinde farkediyorsunuz. Ama bu, sizi asla rahatsız etmiyor, asla kıskanmıyorsunuz. Zirâ, onun sadece sizden değil, muasırlarının tamamından farklı, tamamından başka, belki tamamından büyük olduğunu görüp, bir bakıma teselli buluyorsunuz. Kendinizin çok küçük değil, onun çok büyük olduğunu anlıyorsunuz.
Eserlerine daldıkça, bilgi ve tefekkürüne muttali oldukça, kendiliğinden teslim oluyorsunuz. Onun rehberliğinde daha emin, daha rahat hissediyorsunuz kendinizi. Bütün müşkillerinizi hallediyor, bütün suallerinize cevab veriyor. Kaderden Haşre kadar, İslâmiyet'in hemen her meselesini muknî bir izah ve tahlille önünüze koyuyor.
Sıkıntıya düştüğünüzde sebebin onun cevabındaki zayıflıktan değil, fehminizin kifayetsizliğinden kaynaklandığını, okudukça anlıyorsunuz. Üslûb kesafetini geride bırakan bir mânâ derinliği karşısında olduğunuzu farkettiğinizde, aşağı yukarı kalb ve ruh selâmetini yakalamışsınız demekdir.
Kafatasında beyin taşıyan her insanın en büyük meselesi Allah'ın varlığından, meftun olduğu hayatının ebediyen devam edeceğinden emin olmak, ölümün kahhar dehşetinden kurtulmaktır. Allah'ın varlığını, gözle gördüğünüz her mevcuddan daha kat'i bir şekilde, onun tefekkürü rehberliğinde görüyorsunuz.
Bu, vahdet-i vücud veya vahdet-i şuhuddan çok farklı bir şey; bu görüşte cezbe yok, istiğrak yok, şatahat yok. Gerçeğin ta kendisi ile karşı karşıyasınız ve tabiri caizse, gözle görme kat'iyetinde Allah'ı görmeye başlarsınız. Gözün değil, aklın görmesi bu.
San'at, fiil, sıfat, isim ve şuundan hareketle Zat-ı Akdes'e tek sayfa ile varırsınız; bazı metinleri o kadar veciz, o kadar kesif, o kadar yüksek ve muhkemdir. Pencereler, Hüve Nüktesi aynı kabilden metinler...
Her şeyi, her detayı gören keskin ve muhit bir müşahedeyi tahlil eden kuvvetli bir mantık önünüzü aydınlatır, yerinde kapısı çalınmış naklin aydınlığı zihninizin son karanlıklarını dağıtır.
Dehrin insanı, Bediüzzaman'ın Kur'an'dan mülhem eşsiz külliyatına eğildiği gün, insanlığın ferec ve aydınlığı başlamış olacak. O zaman, dünya daha yaşanır bir yer olacak; insanlık, daha mes'ud, daha bahtiyar ve daha müreffeh olacaktır.
Bu mümkün saâdetin gecikmesinde suçlu birileri varsa, ne yazık ki, birinci suçlu Nur Talebeleridir. Zirâ, Bediüzzaman ve külliyatının büyüklüğünü taşıyacak azim, gayret ve yol göstericilikten çok uzaklar. İnsan yetiştirmeyi beceremediler, Birinci Söz'ün iklimiyle kanaat ve iktifa eden şâkirdlerin çokluğu fecr-i sâdık için yetmiyor. Bediüzzaman ve eserlerini dünyaya anlatabilecek çapta büyük insanlara ihtiyaçlarının olduğunun farkında olamadılar. Gösterişli veya mütevazi "medrese"ler inşa etmeyi, keyfiyetli insan yetiştirmeye tercih ettiler.
İkinci sıra suçlu, Bediüzzaman'ın mânevî hukukunu teslim etmeyen Ankara devletidir. Kamalizm putperestliği belasına milletin yarısına yakını Bediüzzaman'ı menfî bir insan, hatta hain görüyor. Bunun yegâne sebebi, devletin bir türlü düzelmeyen, hakkı teslim etmeyen tavrı, şaşı bakışıdır.
Diyanetin Risâleleri basmasına rağmen, bu elîm vaziyet değişmedi, değişmeyecek. Değişmesi için Bediüzzaman'ın mübarek naaşı devlet merasimi ile medfun olduğu yerden alınıp Urfa'daki mekânına devlet mersimi ile tevdi edilmeli ve yüksek sesle özür dilenmelidir. Bu haksız, bu insafsız ve aptalca zan, ancak o zaman değişmeye başlar.