Molla Said, Celâlî Medresesi'nde kısa zamanda dikkatleri üzerine çekmişti. Keskin zekâsı, bütün vaktini ilim ve ibadetle geçirmesi, dünyadan adeta kopmuş tavrı ile herkesin dilinde idi. Muhammed Celâlî'nin onu diğer talebelerden ayırıp hususî dersler vermesi, kimi talebeleri kıskançlık ve gizli bir düşmanlığa sevketse de ekser talebeler için hayranlık ve gıpta sebebi olmuştu.
Sık sık ders esnasında hocası ile tartışması, karşı iddia ve itirazlarda bulunması, sinirlenmesi, dersi terketmesi de talebelerin konuştuğu şeylerdendi. Bazen de Muhammed Celâlî sinirlenerek derse ara veriyor, sinirini talebe veya medresenin hizmetini görenlerden çıkarıyordu. O gibi vakitlerde herkes bir köşeye sıvışıyor, dolu olduğu halde medrese âdeta boşalmış gibi oluyordu. Sanki kimse gergin adımlarla dolaşan, çatacak yer arayan Celâlî'yi görmüyor, ona da görünmüyordu.
Neyse ki, Hazret'in sinirleri çabuk yatışıyor, ya evinin yolunu tutup medreseden ayrılıyor, ya da abdest tazeleyerek sakinleşiyordu.
Bazen de Sadullah Efendi büyük bir cesaretle, eften püften bir meseleyi, çok ehemmiyetli bir şey gibi hocaya götürüp dikkatini dağıtıyor, talebelerini korumaya çalışıyordu. Şübhesiz bu büyük ve şöhretli âlimi asıl sinirlendiren, Said'in çoğu zaman başına buyruk, burnunun istikametine gidişi değil, ekseri itirazlarının doğru olduğunu şaşkınlıkla farketmesiydi. Aslında bunu bir gurur meseli yapıyor değildi, kendisinin bunları önceden düşünüp farketmemiş olmasından dolayı kendi kendisine kızıp hayıflanıyordu.
Molla Said ise ilki bir tartışma sonrasına rastlayan yeni bir alışkanlıkla medreseyi terkedip dağa doğru uzaklaşıp gidiyor, o akşam medreseye dönmüyordu. Nereye gittiğini, nerede kaldığını bilen yoktu ama bazı talebeler Molla Said'in dağda bir mağarada kaldığını düşünüyordu. Havaların iyice soğumuş olması onların bu düşüncesini zayıf ihtimale çevirse de akla yakın tek ihtimal olmaktan çıkarmıyordu. Zaten soğuğa dayanıklı olduğunu bilen talebeler, onun ayazda bile gömlekle dolaşabileceğini ileri sürüp haklılıklarını kabul ettirmeye çalışıyorlardı.
Molla Şerif ile Halife Yusuf acele ile Muhammed Celâlî'nin odasına girdiklerinde birazdan Molla Said'in yine medreseden ayrılacağından emindiler.
"Ne istiyorsunuz?" dedi Celâlî, asabî bir sesle.
Talebeler bir an bakıştı. Hoca'ya karşı konuşmak, hele de sinirli bir vakitte sandıkları kadar kolay değildi. Halife Yusuf, çaresizlik içinde kendisinden daha büyük olan Molla Şerif'e baktı. O da mecburen,
"Efendim, Molla Said ne zamandır akşamları medreseyi terkediyor, gece de gelmiyor!" dedi.
"E, bundan size ne? Gelmiyorsa gelmesin, tasası size mi düştü?"
"Başına bir şey gelmesinden korkuyoruz! Dağa doğru gidiyor, geceler soğuk, dağ vahşi hayvan dolu. Oysa Molla Said hiçbir şeyin farkında değil..."
Molla Şerif'ten cesaret alan Halife Yusuf, asıl söylemek istediklerini söyleyip bir adım öne geçti:
"İzniniz olursa kendisini takib edelim. En azından nereye gidiyor, nerede kalıyor, emniyette mi, değil mi öğrenmiş oluruz." dedi.
Muhammed Celâlî, bir nebze sakinleşmiş gibi, "Siz karışmayınız, ona bir şey olmaz!" dedi. "Gideceği yeri de, geleceği yeri de bilir Said."
"Ama efendim, ya dediğimiz ihtimallerden biri bile doğru ise, ya tehlikenin farkında değilse?" diye ısrar etti Molla Şerif.
Celâlî bir ân düşündükten sonra gülümsedi.
"Anlaşıldı, canınız Molla Said gibi macera istiyor. O zaman gizlice takib edin, kendinizi farkettirirseniz cezalandırırım. Göreceklerinizden de korkmayınız." dedi.
İki gözde talebe köye düşen dağın gölgesinde medreseden ayrıldıklarında Said beş yüz metre kadar önde dağa doğru acelesi olanların tavrı ile tırmanıyordu. Köyü Doğubayazıt'a bağlayan dağ yolunu kullanıyordu ama oraya gittiğine hiçbir zaman ihtimal vermemişlerdi. En fazla yukarılarda bir yerde, bir mağarada sabahlayacağına neredeyse emindiler.
Yanıldıklarını, Molla Said dağı aşmadan önce bir taşın üstünde akşam namazını eda edip tekrar yola koyulunca anladılar. Molla Said, akşamın karanlığında yeniden harekete geçtiğinde Halife Yusuf, "Şehre gidiyor bu!" dedi.
Molla Şerif, "Öyle görünüyor!" dedi, hayretini belli eden bir ses tonu ile.
"İster misin, bir kıza âşık olmuş olsun?"
"Saçmalama Yusuf! Ne kızı, ne aşkı? Molla Said'in dünya ile alâkası bile yok, gözleri kitablardan başka bir şey gördüğü mü var ki, kızları görsün!"
Halife Yusuf gevrek gevrek güldü: "Orası belli olmaz, netice de o da erkek..."
"Saçmalıyorsun Yusuf, Molla Said bu; kendinle kıyaslama."
Halife Yusuf'un kanaati bir parça sarsılmakla birlikte vaz geçmedi.
"Benim dediğim gibi çıkmazsa, görürsün. Yoksa neredeyse her gece niye bu kadar yolu tepip şehre gelsin, sabah erkenden de aynı şekilde geri dönsün! Deli ise, başka mesele diyeceğim ama deli değil. Hem bir kız yoksa, şehirde kim kendisini misafir edecek?"
Ayağı bir taşa takılıp tökezleyen Molla Şerif, sinirini yol arkadaşından çıkardı.
"Ya sus Allah'ını seversen Yusuf, gevezelik yapmak istiyorsan başka bir mevzu bul!"
Yusuf kıkırdayarak güldü. Molla Said'in bir kıza deli divaneler gibi âşık olması düşüncesi çok hoşuna gitmişti.
Molla Said, yüz metre önlerinde, akşamın karanlığında Hani Baba'nın karanlık türbesine girdiğinde iki kafadar takibçi dehşet içinde birbirlerine baktılar. Gündüz bile çoğu kimsenin girmeye korktuğu türbeye akşamları gelip kapanmak da nereden çıkmıştı şimdi.
"Türbeye girdi, değil mi?" dedi Molla Şerif.
"Daha neler! Arka tarafta bir yerlerde buluşuyorlar muhakkak!"
"Yusuf sen harbiden kafayı yemişsin. Yahu kızla buluşacaksa bile niye mezarlıkta buluşsun? Hangi kız sevdiğiyle mezarlıkta buluşmayı kabul eder, hem de Hanî Baba'nın yanı başında!"
Yusuf'un morali birden çöktü, düşüncesinin saçmalığını farketmişti. İyi de Molla Said türbeye niçin kapanıyordu?
Gürültü çıkarmamaya çalışarak, biraz da korku içinde birbirlerine sokulmuş vaziyette türbeye varıp küçük pencerelerinden birine yanaştılar. İçeriden soluk bir kandil ışığının zayıf aydınlığı belli belirsiz dışarı vuruyordu. Kulak kabartıp dinlemeye koyuldular.
Zor işitilen mübhem bir mırıltı duyar gibiydiler ama ne dediği anlaşılmıyordu, dehşet ve korku içinde kalmışlardı. Bu uğultulu ses Molla Said'in değildi, içeride birileri daha vardı anlaşılan. İlk defa Molla Said'in, "Beli Seyda! Beli Seyda!" diyen sesini duyduklarında bayılacak gibiydiler.
Korku ve heyecanın kendilerinde meydana getirdiği zabtedilmesi zor bir titreme ile el ele tutuşup yirmi metre kadar uzaklaştıktan sonra durdular.
"Bu deli çocuk ne yapıyor burada Molla Şerif? Korkudan ödüm patladı. İçerideki kimdi?" dedi Halife Yusuf.
Molla Şerif, henüz toparlanıyordu, gülümsemeye çalıştı ama akşamın karanlığında arkadaşının bunu farketmesi mümkün değildi.
"Anlamıyor musun Yusuf? İçeride Molla Said'e ders veren Hani Baba'dan başka kimse yok. Biz de sanıyorduk ki, bütün feyzini Şeyh Celâlî'de alıyor, meğerse asıl feyiz kaynağı Hani Baba imiş." dedi.
Halife Yusuf, Molla Şerif'ten üç beş yaş kadar küçüktü ama meziyetleri ile arayı kapatıp arkadaş olmayı başarmıştı. Molla Şerif de çoğu zaman çocukluklarına, şakalaşmalarına gülüp geçiyordu. İşi şakaya vurmasını bekledi ama Halife Yusuf hâlâ zangır zangır titriyordu. Çok korkmuş, çok heyecanlanmıştı...
Kendisi de daha iyi vaziyette değildi. Başını çevirip İshakpaşa Sarayı'nın ovaya hâkim büyük karaltısını büsbütün heybetli gösteren gösterişli kandillerine baktı. Han, sarayın alt taraflarında bir yerde idi. Bu saatte dönmektense geceyi sıcak han odasında geçirmek daha doğru olacaktı. Nasılsa Kürdistan'daki bütün hanlar gibi Doğubayazıt hanı da ilim talebelerinden konaklama ve yeme içme bedeli almıyordu.
"Yürü Yusuf, yürü!" dedi. "Titremen ancak hanın sıcak hamamında geçer!"
Halife Yusuf gülmeye çalıştı.
"Sanki sen benden iyisin! Yürü o zaman..."
Dereye doğru inişe geçtiler... Kendilerini sarayın yakınlarına attıklarında herhalde Hani Baba ile Molla Said'in peşlerinden geldiği vehminden de kurtulmuş olacaklardı.
***
Kutub Yıldızı romanından bir bölüm.