1898 yılı Ömer Paşa Konağının sakinleri için hüzünlü başlamış, artan bir hüzünle de devam ediyordu. Tayin edildiğinden beri şehre kısmî bir sükûn ve huzur kazandırmış olan elli beş yaşındaki Ömer Paşa'nın sıhhati, şubat sonlarına doğru, önceleri basit bir soğuk algınlığı kaynaklı sandığı öksürük ve ateş nöbetleri ile bozulmaya başlamış ve her geçen günle birlikte vaziyeti kötüleşmişti.
Açlık hissi kaybolmuş, bir zamanlar iştahla yediği yemeklere eli gitmez olmuştu. Lokmalar ağzında büyüyor, kızlarının üzgün bakışları altında üç beş lokmayı güçlükle yutabiliyordu. Yuttuğu her lokmanın onlarda meydana getirdiği büyük sevincin telkiniyle tek lokma alamayacağı sofradan kalktığında bile beş on lokma yemiş oluyordu.
Hastalığına rağmen, valiliğe gitmeye, günlük mesaisini aksatmamaya itina gösteriyordu. Eskisi kadar halkla teması kalmamış olsa bile devlet kapısına gelen hemen herkesi kabul ediyor, dertlerini dinliyor, bir vali olarak yapabileceklerini esirgemiyordu. Akşamları faytonla konağa döndüğünde günün yorgunluğuyla büsbütün bitmiş gibi görünüyordu. O kadar çok sevip hürmet ettiği Molla Said'in tesellilerini hâlâ eskisi gibi ilgiyle dinliyor ama artık her şey gibi, onları da sadece ahiret hesabına bağrına basıyordu. Kızlarını üzmemek için ağzına almadığı ölüme artık çok yakın olduğunun farkında idi.
Tedavi için İstanbul'a gitmeyi reddetmişti. Şehrin tecrübeli ve yaşlı doktoru da İstanbul'a gitme hususunda kendisini teşvik etmemiş, aksine: "Allah'ın izniyle daha fazlasını burada da yapıyorum. Bu uzun yolculuk sizin için daha yıkıcı olur." demişti. Ömer paşa bunun, "Ölüyorsun!" demek olduğunun şuurunda idi. Ama sarsılmıyordu. Molla Said'in iki yılı doldurmakta olan konak ikametinden çokça istifade etmiş, feyiz almış, adeta bu erken ölüme hazırlanmıştı. Şübhesiz kızları için çok üzülüyordu fakat onları yaratan Allah'ın sonsuz şefkat ve merhametinden emindi, kızlarını hıfzedecekti.
Zaman zaman Molla Said'i damadı olarak hayâl ve temenni etmiş ama hiç kimseye belli etmemişti. Konakta kaldığı zaman zarfında Bediüzzaman'ın dünyasında evlilik diye bir meselenin olmadığına kesin kanaat getirmişti. İstikbale yürümekte olan bu mümtaz delikanlının hayatını bir kadına bağlamayacağını görmesi için keramet sahibi olmasına gerek yoktu. Evlenmeyi düşünen bir insan, iki yıl aynı çatı altında yaşadığı kızların ismini öğrenmez olur mu? Yine de bazen hayâl etmişti işte...
Vefatından sonra kızları gibi Molla Said'in de ne olacağını düşünmekten kendisini alamıyordu. Nasıl bir yol tutturacaktı, kim elinden tutacaktı, hedefine ulaşabilecek miydi? Hedefinin ne olduğundan da emin değildi, belki Molla Said de hedefinin ne olduğunu bilmiyordu. Ömer Paşa'nın bildiği tek şey, iki yıl boyunca istikbalin büyük bir insanına hanesini açtığı, kol kanat gerdiğiydi.
Akşamları artık eskisi kadar geç saatlere kadar oturup sohbet edemiyorlardı. Sıhhati her geçen gün daha da bozulduğundan akşam yemeğinden hemen sonra odasına çekiliyor, yarı uzanır vaziyette yorganının altında kızlarını dinliyor, onların üzgün ve endişeli gözlerindeki hüznü bir nebze dağıtabilmek için gayret gösteriyordu.
Yatak odasına, bir zaruret olmadıkça Molla Said girmemeye itina ediyordu. Ömer Paşa'yı kızlarıyla baş başa bırakmaya, son demlerinde birlikte daha çok vakit geçirmelerine fırsat tanımaya gayret ediyordu. Ne var ki, hasta onsuz daha bedbaht hissediyor, behemehal onu da yanı başında görmek, sesini duymak istiyordu.
Bu vaziyette kızlar da eskisi gibi odayı onlara bırakmak yerine, bir uzak köşeye çekilerek odada kalmayı alışkanlık edindiler. Bir bakıma kendilerini babalarının buna mecbur ettiğini düşünüyorlardı. Ömer Paşa'nın içinde bulunduğu hastalıklı acziyet ve şefkate muhtaç hâl, Molla Said'e de kızların bu yakın duruşlarına müsamaha ile bakmasını telkin etmiş, bir nevi mecbur etmişti. Zaten odada bulunduğu saatlerde bir zaruret olmadıkça kızlar konuşmuyor, yerlerinden kımıldamıyorlardı. Üç küçükler bile olgunlaşmış gibi birbirleri ile dalaşmıyor, gıcık etmek için uğraşmıyorlardı.
Hastalığın zayıf düşürdüğü Ömer Paşa'nın göz kapakları kapandığında Molla Said, mırıltılarla okumakta olduğu Tahmidiye'yi bitiriyordu. Uyuduğunu düşünüp yerinden kalktı, bir el işareti ile kızlara gürültü yapmamalarını söyledikten sonra sessizce odadan çıktı. Ömer Paşa gün sayıyordu. Zihnine yürüyen bu düşünceye bir hatırlama da eşlik edip, Seyyid Muhammed Küfrevî de, dedi.
Son gördüğünde onun da vaziyeti iyi değildi. İlerleyen yaşı ve hastalık, dünya hayatını bitirmekte olduğunu söylüyor, sevenlerinin çehrelerinde sonu gelmez bir hüzün iklimi meydana getiriyordu. Arı kovanı gibi işleyen dergâha gelenler artık ondan son bir dua veya helallik alma derdine düşmüşlerdi. O da gitmekte olduğunun şuuru içinde ziyaretine gelen herkesi kabul edip, üzülmesin diye helallik istemekte ağırdan alanlara bile haklarını helal edip helâllik istiyordu.
Hastalığın iyice kemirdiği yaşlı simasında, hâla çok keskin bakan ışıltılı gözlerinde ölmekte olduğunu bilmenin elem ve hüznü yoktu, aksine nuranî çehresi daimî bir tebessümün meskeni olmuş, hep gülümsüyor gibiydi. Bu hatırlamalar eşliğinde alt kata inip odasına giren Molla Said, göğüs kafesinde acı bir sıkışma, bir sıkıntı hissediyordu. Ömer Paşa gibi, Şeyh Küfrevî de kendisini Bitlis'e bağlayan, himaye eden kuvvetli bir hami idi. Onların dünyalarını değiştirmelerinin kendisini ilgilendiren bir tarafının olduğunun farkında idi.
***
Molla Said, hazîn mırıltılarla okumakta olduğu evradların ulvî mânâlarının tefekkürü içinde dalıp gitmişken zayıf bir ses işitir gibi oldu, sanki birisi kendisine sesleniyordu. Okumaya ara verip bir an dışarısını dinledi. Bir daha ismini işitir gibi olunca sesin geldiği tarafa yakın, kapının girişinde solda kalan pencereye yürüyüp camı açtı. Yanılmamıştı...
Sırtında her zamanki cübbesi, başında sarığı ile Kızıl Mescid'in sol tarafındaki çıkıntıya kadar inen Şeyh Küfrevi, bu mesafeden kendisine sesleniyordu. Pencereye çıktığını görünce yaşlı sesi bir daha kendisine kadar aksetti:
"Molla Said! Gel beni ziyaret et, gideceğim!"
Şeyh Küfrevî'nin Kızıl Mescide kadar inip Molla Said'i bizzat davet etmek gibi bir alışkanlığı yoktu, hiç olmamıştı. İster istemez telaşlandı, aklına kötü ihtimaller hücum etti. Aceleyle, apar topar konaktan çıktı. Koşarak Ulu Camiin yanından dereyi aşıp karşıya geçti. Soluk soluğa Kızıl Mescid yokuşunu tırmandı. Dergâha varıp şeyhin odasına girdiğinde nefes nefeseydi.
Küfrevi, kendisini odanın ortasında, uzak bir yolculuğa çıkmakta olan insanların sabırsızlığı içinde, ayakta karşıladı. Gülümseyerek gelişinden memnun olduğunu belli etti, öpmek için kavradığı elini her zamanki gibi geri çektikten sonra, "Ben gidiyorum Molla Said!" dedi.
Beriki, gitmekten muradının ölmek olduğunun farkında olmanın hüznü içinde, kal; demek istedi ama diyemedi, gideceğini biliyordu. Bir an önüne indirdiği bakışlarını tekrar kaldırdığında oda bomboştu; Hazret-i Şeyh uçup gitmişti.
Üst kattan gelen bir tıkırtı gözlerini açtığında kendisini yatağında oturur vaziyette, heyecan içinde buldu. Rüyasının tesiri altında gözlerinin kaydığı alaturka saat gecenin yedisini gösteriyordu. Bir lâhza üst kattan gelen sese kulak kabarttı fakat kesilmişti. Kalkıp ön pencereye yürüdü, Küfrevî Dergâhına doğru baktı. Dışarısı karanlıktı, tek tük pencerede solgun ve zayıf kandillerin aydınlığı hayattan haber veriyordu. Bir ân dergâha gitmeyi düşündüyse de gecenin bu vaktinde münasib düşmeyeceğine karar verdi.
Sabah giderim, diye geçirdi. Uyanmışken gece namaz ve evradlarını ifa etmek için abdest almak üzere odadan çıktı. Konak'ta derin bir sessizlik hâkimdi. Ömer Paşa'nın rahat bir gece geçirmekte olduğunu düşünüp sevindi.
Sabah namazına uyandığında üst katta Ömer Paşa'nın tıkırtıları geliyordu. Sabah namazlarına eskiden beri erken kalkıyor ve bir daha uyumuyordu. Bu alışkanlığına hastalığının iyice ağırlaştığı günlerde de devam ediyordu.
Abdest alıp odasına döndüğünde aklına gece yarısı gördüğü rüya geldi. Pencereye yanaşıp Şeyh Küfrevî'nin dergâhına doğru kulak kabarttı. Sabahın sessizliğini yırtan matem sesleri açıkça duyuluyordu. Üstünü değişip Ulu Camie indi. Kalabalık bir cemaatle namazı eda ettikten sonra, peşine takılan üç beş kişiyle birlikte Muhammed Küfrevî'nin Dergâhına vardı.
Kızıl Mescidin müdavim cemaati ve komşuları dergâhın avlusunu doldurmuştu. Çehreleri mahzun, gözleri yaşlıydı çoğunun. Harem tarafından kadınların eninleri yükseliyordu.
Kalabalığın kendisine açtığı yoldan ilerleyerek naaşın bulunduğu odaya girdi. Seyyid Muhammed Emin, Şeyh Fethullah Verkanisi ile birlikte halife ve dostları odayı doldurmuş, mırıltılarla Kur'an ve dua okuyorlardı. Verkanisi, yanında kendisine yer açtı, başıyla selam verip oturdu. Uzunca bir dua okuyup bitirdikten sonra yakınındaki halifeye,
"Ne zaman vefat etti?" diye sordu.
Halife, kızarmış gözlerini mendiliyle sildikten sonra bilinmemesi gereken bir sırrı fısıldar gibi,
"Gece saat yedide!" dedi.
Molla Said'in gözlerinin önünde yediyi gösteren duvar saati belirdi. Hazret, tam da son nefesini verirken kendisini ziyaret etmesi için seslenmiş, sonra da bu sıcak temmuz gecesinde uçup gitmişti. Elini halifenin dizine koyarak teselli etmeye çalıştı.
(Kutub Yıldızı II)