Akşam namazı öncesinde medreseli kafilesi avluya girdiğinde Hatice Hanım hazırlıklarını bitirmişti. Sağ olsun, komşularından Medine kadın ile Ayşe de gün boyunca yardımcı olmuş, az önce ellerinde birer tabak yemekle Celâlî'nin hanesinden ayrılmışlardı.
Kafilenin önünde Muhammed Celâlî ile Sadullah Efendi, arkalarından da Molla Şerif, Halife Yusuf, Molla Said-i Meşhur ile Muhammed Sıddık avluya girmişti. Aslında Hatice Hanım, daha fazlası için hazırlık yapmıştı ama nedense Şeyh daha az kişi ile gelmişti. Belki, hüznün bir taraflarından kanattığı bu akşamı Said'le daha baş başa geçirmek istemiştir diye geçirdi.
Akşam namazından sonra yer sofrasının etrafında halkalandıklarında odayı kaz eti rayihasına karışan iştah açıcı bir baharat kokusu doldurmuştu. Medine Kadının yemekleri bütün köyün malumu idi. Elinin değdiği her yemek, iştah açıcı bir efsundan geçirilmiş gibi, doyulmayan bir lezzetle damaklarda yer ediyordu.
Tereyağında nar gibi kızartılmış kaz eti parçalarından ikisini Said'in önüne doğru ekmeğinin ucuyla iten Celâlî'nin yüzündeki hüzün perdesi bir gülümseme ile dalgalandı ama çehresini terketmedi. Molla Said, hocasının iltifatına belli belirsiz bir tebessümle karşılık verdi ancak önüne doğru sürülen et parçalarına dokunmadı, birisini sağındaki Halife'ye, diğerini solundaki Molla Şerif'e doğru kaydırdı. Sonra uzanıp Muhammed Sıddık'ın önündeki parçayı aldı gülümseyerek. Bu, Muhammed Sıddık'a yapılmış bir latife, ağabeyce bir iltifattı. O da sevincini, bu akşam gözlerini bir türlü terketmeyen buğuyu dağıtan bir gülümseme ile gösterdi. Zor bir ayrılık olacaktı...
Yemek, yatısı namazı, iki hocanın zaman zaman talebelerin de iştirakine sahne olan Hamidiye Alayları merkezli sohbetleri ile bittiğinde gece hayli ilerlemişti. Yatma vakti geldiğinde Şeyh Celalî, Said'i medreseye göndermek istemedi; son gecesini Muhammed Sıddık'la geçirsin istiyordu. Fakat Said, Muhammed Sıddık'ı da alıp medreseye dönmek istiyordu. Muhammed Celâlî, küçük bir çocuk gibi, kendisinin de medreseye dönmek istediğini söyleyemedi, içine attı. Oysa bu son gece Said yakınında olsun istemişti, kıramadı, medreseye dönmesine sessizce razı oldu.
"Peki!" diyebildi. "Ama bütün geceyi uyanık geçirmeyiniz." Sonra Molla Şerif'e dönüp, "Said uzun bir yola çıkıyor, dinlenmesi lazım." diye bitirdi.
Kafile evi terkettiğinde Celâlî, yaşlı gözleri ile Hatice Hanım'a yakalandı. O zaten ağladığını saklamıyordu. Birbirlerini farketmemiş, görmemiş gibi davrandılar. Zamanı geri döndüremiyorlardı. Artık yarın ve sonrasında hayatlarında Said olmayacaktı.
Bêrne Rêş Medresesi, uykusuz geçirdiği bir gecenin sabahında suskun ve mahzundu. Said'i uğurlamak için medresenin önünde biriken köylüler kısık seslerle konuşuyor, kadınlar belli etmeden arada bir yaşmakları ile gözlerini siliyorlardı. Medresenin ayrılık hüznü dalga dalga bütün köyü sarmıştı, sanki Molla Said-i Meşhur denen çocuk, köyün hayatını da alıp gidecekmiş gibi hissediyorlardı.
Doğubayazıt Hanı'na kadar Said'e eşlik edecek küçük kafile medreseyi terkettiğinde kalabalık da Celâlî'nin hanesine kadar takibden kopmadı. Said vedalaşmak için son defa Muhammed Sıddık'ın ardından avluya girdiğinde Hatice Hanım yaşlı gözlerle onu bekliyordu.
Yolculuk için derviş kıyafetine bürünen Molla Said'e şaşkınlıkla baktıktan sonra, "Demek gidiyorsun!" dedi.
Said, iki adım öne çıkıp elini öpmek için eğildi fakat Hatice Hanım elini arkasına aldı.
"Gidiyorum ana ama geleceğim!" dedi.
"Söz mü?" dedi Hatice Hanım, müjde almış gibi.
"Söz ana, söz!" diye tekrarladı Said.
Sonra Hatice Hanım'ın elindeki yol azığını alan Muhammed Sıddık'la birlikte tekrar avludan çıktı.
Evin önünde önce Şeyh Muhammed Celalî'nin, sonra Sadullah Efendi'nin elini öptü. Biriken kalabalığa, "Allah'a ısmarladık, Allah'a emanetsiniz!" deyip yürüdü. Genzini yoklamaya başlayan karıncalanmaya mağlub düşmeden uzaklaşmak istiyordu. Kendisini Molla Şerif, Halife Yusuf ve Muhammed Sıddık Celâlî takib etti.
Küçük kafile ilk sırtın ardında gözden kayboluncaya kadar Celalî'nin evinin önünde bekleyen kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Talebeler, medreseye doğra aktı. Sadullah Efendi, Şeyh Celâlî'nin sol omuzunu okşayıp koluna girdi. Eve girmesine müsaade etmeyip medreseye doğru sürükledi, yalnız kalmasın istiyordu.
Said, Tendürek Dağının zirvesindeki yassı taşın üstünde iki rekât kuşluk namazı kıldı. Ahmed-i Hanî Hazretleri'ne giderken üzerinde akşam namazlarını eda ettiği bu taşı, bir arkadaşının yanağını okşar gibi okşadı. Rüzgârın üstüne sürüklediği otları, yaprakları sıyırıp attı. Duyulmayacak bir mırıltı ile, "Elveda!" dedi taşın kalbine.
Doğubayazıt zirvede, bu bahar gününde çiğ bir aydınlıkta bahar gibi canlı görünüyordu. Saray, beyaz karaltısı ile bütün bir dâvet kesilmişti. Kalenin saraya bakan burnu, ovada gezinen uzak bir ava hücuma hazırlanan kartal karaltısını andırıyordu.
Türbeye vardıklarında önce bitişiğindeki küçük mescidde iki rekât namaz kıldılar. Said, hayatında silinmeyecek izler bırakan mescidin Ahmed-i Hanî Hazretleri'nin sandukasına bakan penceresine yüzünü dayayıp bir müddet dua okudu ama uzatmadı. Altı ay önce Molla Muhammed'le Vestan'dan gelirken kullandığı yoldan geri dönmek için acele etmesi gerekiyordu.
(Kutub Yıldızı romanından)