Kıyamet koptuğu gece, Teslime her zamanki gibi, küçük kardeşi ile yan yana uyuyordu. Bitişik odada ise annesi ile babası yatıyordu.
Şiddetli bir gürültü ve çığlıklar arasında uyandığında, kardeşiyle birlikte odanın bir tarafından öbür tarafına sürükleniyor, bir duvardan diğerine savruluyorlardı. Yan odadan annesi ile babasının da çığlıkları yükseliyordu ama ne dedikleri anlaşılmıyordu. O büyük cehennemî gürültü bütün sesleri bastırıp korkunç bir uğultuya çeviriyordu.
Tam el yordamı ile kardeşini yakalayacağı bir anda dehşetli bir gürültü ile her şey üstlerine yıkıldı. Teslime, binanın çöktüğünü anlayamadan bir taraflarına aldığı bir darbe ile kendisinden geçti, bayılmıştı.
Annesinin sesiyle gözlerini açtığında önce rüya gördüğünü sanıp sevindi, gülümsedi. Ayağa kalkmak istedi fakat kalkamadı, küçücük bir boşlukta sıkışıp kalmıştı. Ayağa kalkması değil oturması bile mümkün değildi. Ortalık gece gibi karanlıktı.
"Teslime! Kızım Teslime, iyi misin yavrum, ne olur cevap ver!" diyen annesine cevap vermek istedi ama sesi çıkmadı.
Bu arada zihni yavaş yavaş aydınlanıyor, şuuru açılıyordu. Bir müddet sonra zor işitilebilir bir sesle de olsa,
"İyiyim anne!" diyebildi.
Cılız sesini işiten annesinin sesi çığlık gibiydi.
"Allah'ım sana hadsiz şükürler olsun, yavrumu bağışladın!" diyordu.
Babası, kardeşinin nasıl olduğunu soruyordu. Yutkundu, cevap veremedi. Kardeşinin sesinin çıkmadığını söyleyemiyordu. Babası ısrar edince,
"Ses vermiyor baba!" diyebildi.
Teslime, bütün o sarsıntıların içinde yorganıyla birlikte sürüklenmiş durmuştu. Çocukluğundan beri yorganına sarınıp uyuması ilk defa bir işe yaramıştı. Kardeşi, o yorgana sarınıp kendisini açıkta bıraktığı için bir müddettir ayrı yatıyordu. Keşke birlikte yatsaydık diye düşündü. Kısık bir sesle bir daha kardeşine seslendi ama cevab alamadı.
O anda şiddetli bir sarsıntı ile yeniden korkunç gürültüler duydu. Büyük bir sarsıntı idi, çok korktu. Burnuna toz ve toprak kokusu doldu. Babasının, "Allahüekber!" diye yükselen sesine, annesinin "Korkma kızım!" diyen çığlığı eşlik etti.
Titreyen dudaklarına hâkim olmaya çalışarak, "Korkmuyorum anne!" dedi. Oysa korkuyordu, hem de yırtıcı bir kuşun pençelerine yakalanmış güvercin gibi korkuyordu.
Teslime, Türkiye'ye bir bebek iken gelmişti. Şimdi on üç yaşında idi, artık genç kızlığa yürüyordu. Suriye savaşı köy ve kasabalarını cehenneme çevirdiğinde çokları gibi ebeveyni de evlerini, topraklarını terketmeye mecbur kalmış, Türkiye'ye sığınmışlardı.
Çocukluğu kâh "çadır kentler"de, kâh barakalarda geçmişti. İlk mektebe başladığında Suriyeli çok arkadaşı gibi o da Türkçe konuşuyordu. Okulda Türkçesini daha da ilerletmişti ama bazı arkadaşları Suriyeli olduğunu unutmasına fırsat vermiyor, durmadan, Suriyeli kız, diyorlardı. Bazen işittiğine aldırmadan yakınlarında bir yerlerde, bazen de en ufak bir şeyde yüzüne karşı "Pis Suriyeli, defol git buradan!" diyorlardı.
Önceleri öğretmenlerine şikâyet etmiş, sonra ondan da vazgeçmişti. Nasılsa değişen bir şey olmuyor, hatta daha fazla hedef hâline geliyordu.
Sahib çıkan arkadaşları da vardı şübhesiz. Bazılarının evlerine gittiği de oluyordu. Bunlar, daha çok dindar âilelerdi. Şefkat gösteriyor, başını okşuyor, yemek ikram ediyorlardı. Cebine para koyanlar gibi, hediye verenler de oluyordu. Bunlarla teselli bulmaya çalışıyordu ama "Pis Suriyeli" diye bakan gözlerin çokluğundan, "Def olup gidiniz!" diyenlerin hoyratlığından gına gelmişti.
Arkadaşları neyse de büyük büyük amcaların, siyaset adamlarının, “Suriyeliler defolup gitsin!", demeleri karşısında kendisini çok çaresiz, çok ezilmiş hissediyordu. Hele isminin ne it olduğunu şimdi bir türlü hatırlayamadığı çirkin bir liderin ekranlardan hemen her gün söylediklerinden çok korkuyordu. Acaba bu depremden sonra kendilerini kovarlar mıydı?
İçinin bir tarafı hep ağlıyor, hiç hatırlamadığı, hiç görmediği, herkesin Suriyeli olduğu Suriye'yi özlüyordu Teslime. Ah şu savaş bir bitse, istenmedikleri bu topraklarda bir gün bile kalmayacaklardı.
Akşamları annesi kendisi ve kardeşine Suriye'yi, Suriye'deki hayatlarını, evlerini, köylerini, tarlalarını anlatıyordu. Babası yıllardır savaşın bir gün biteceğini, o zaman çekip gideceklerini söylüyordu fakat savaş bir türlü bitmemişti, bitmiyordu.
Peş peşe gelen deprem dalgalarından biri daha bütün şiddetiyle enkazı sarsınca ebeveyninden öğrendiği gibi, "Allahüekber, La İla he İllallah Muhammedun Resulullah!" dedi
Her sarsıntı anında ebeveyni korkmamasını söyleyip duruyorlardı. Bütün cesaretin toparlayıp,
"Anne, kardeşim!" dedi ama arkasını getiremedi. Babası âdeta susturmak ister gibi aceleyle araya girdi:
"Kardeşini düşünme kızım. O bir masumdu ve Cennet kuşu oldu, uçup gitti. Allah verdi, Allah aldı. Sakın onu düşünme!"
Aslında öldüğünü biliyordu ama ebeveynine nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Onların da bildiğini anlayınca hıçkırdı. Yıllardır ölüm, hayatlarındaki en ucuz, en sıradan şeydi. Suriye'de onlarca akrabalarının öldüğünü annesinden dinleyerek büyümüştü.
Gündüz olduğunu biliyordu, dışarıdan bazı sesler işittiği vakitler de oluyordu. Bağırıp çağırmak, "Kurtarın!" diye çığlık atmak istiyordu ancak ebeveyni müsaade etmiyordu. Ne zaman ki, birileri kurtarmaya gelirse o zaman bağırmasını söyleyeceklermiş. Lâkin akıp giden upuzun saatlere rağmen kurtarmaya kimse gelmiyordu.
Annesi ile babasını duymayacağı bir sesle zaman zaman ağlıyordu. Kardeşini, Suriyeli ve Türk arkadaşlarını düşünüyordu. Hayatta olup olmadıklarını merak ediyordu. En kötü Türk arkadaşlarını bile düşündükçe yüreği sıkışıyor, ölmüş olabilecekleri ihtimali ile içi yanıyordu.
Gözleri bir parça karanlığa alışmış, etrafını belli belirsiz görüyordu. Saatler sonra gözleri hiçbir şeyi görmemeye başlayınca babası akşam olduğunu, korkmamasını söyledi. Hattâ üşümüyorsa uyumasını tavsiye etti. Hayır, üşümüyordu, aksine sıcaktı. Acıkmamıştı ama bir bardak su içmek istiyordu, yazık ki su yoktu.
Annesinin sesi ile gözlerini bir daha açtığında içerisi belli belirsiz yine aydınlanmıştı. Sabah olduğunu söylüyordu. Bütün gece, hiç bitmeyen upuzun bir rüyada hep kardeşini görmüştü. Suriye'ye dönmüşlerdi. Eski köylerine yerleşmiş, kendilerine güzel bir ev yapmış, sokaklarda Suriyeli arkadaşları ile oynuyorlardı. Kimse kendilerine kötü kötü bakıp "Pis Suriyeliler!" demiyordu. Her şey çok güzeldi.
Yine saatler geçip gidiyordu... Binanın farklı yerlerinden başka sesler de işitiyordu artık. Ya kulakları açılmış ya da dışarıdaki gürültü azalmıştı.
"Sesimi duyan var mı?" diye bir ses işittiğinde kalbinin duracağını sandı. İşte kurtarmaya gelmişlerdi nihayet. Bir an boş bulunup karşılık verecekken son anda vaz geçti. Babasından işaret bekleyecekti. Nitekim babası,
"Türkçe, ban varım, diye bağır kızım!" dedi.
Sesinin bütün gücüyle bağırdı. Ümid ettiği gibi olmuş, sesi işitilmişti.
Saatler sonra ilk çekiçler sol tarafındaki betonu kırmaya başladığında ilk defa burada ölmeyeceğine, kurtarılacağına inandı. Betonda ilk delik açıldığında kendisini kurtarmaya gelen amca,
"Ben Talha amcan kızım, korkma geldik işte!" dedi.
Ağlamak istedi ama ağlayamıyordu, sadece ağırlaşmış olan başını salladı fakat kimse görmedi. Talha amca, deliği genişletmek için canını dişine takmış, didinip duruyordu.
Dışarı çıkarıldığında dönüp altından kurtarıldığı enkaza baktı, dehşete kapıldı. Buradan sağ çıkabildiğine inanamıyordu. Sevinemediğini farkettiler, fakat sebebini bilmiyorlardı.
Talha amca, tozlu yanağını okşayınca hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Güç bela ebeveyninin de bitişikteki odada olduklarını söyledi.
"Hayattalar mı?" diye sordu Talha amca.
"Evet!" dedi. "Benimle hep konuştular, iyiler."
Ekiptekiler şaşkınlıkla bakıştı. O kadar seslenmelerine rağmen enkazdan başka bir ses duymamışlardı. Ne var ki, kız ısrarla ebeveynin orada olduğunu söylüyordu. Halüsinasyon gördüğünü düşünseler de her ihtimalden hareketle enkazın ürpertici derinliğine bir daha daldılar.
Saatler sonra Teslime'nin ebeveyni enkazdan çıkarıldığında o çoktan tedaviye alınmıştı. Annesi de babası da sapa sağlam çıkmıştı enkazdan, burunları bile kanamamıştı.
"O kadar seslendik, niye cevap vermediniz?" diye sordu Talha.
Sesi dik ve kızgındı. Bırakıp gidebilirlerdi, nitekim bir ihtimalden hareketle tekrar enkaza girmişlerdi.
Toz toprak içindeki adam, çat pat Türkçesi ile bir şeyler söyledi ama ne dediğini anlamadılar. Depremzedelerin Suriyeli olduğunu farkeden biri yanaşıp Talha'nın sorusunu Arapça sordu.
Teslime'nin babası kendi dilinde konuşan biriyle karşılaşmanın verdiği bir sevinçle duygulandı, ağlayacak gibi oldu ama ağlamadı. Söylediklerini onun yerine de ağlayan tercüman Türkçe tekrarladı:
"Konuşursak Suriyeli olduğumuz anlaşılır, bizi kurtarmazlar diye düşündük, onun için sustuk!" demişti Suriyeli depremzede.
Enkazın çökertip ağlatamadığı Talha, başını ellerinin arasına alıp çöktü. Yıkılmıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu... Yer yarılsa yerin içine girmeye hazırdı. Depremin acısından çok başka, çok daha büyük bir acıydı hissettiği.