Horhor Medresesi

Hüseyin YILMAZ

Bitlis çocukluğunun toprağıydı. Hayata gözlerini o topraklarda açmış, eşyayı orada tanımış, isimleri, kelimeleri orada öğrenmişti. Nereye giderse gitsin Bitlis'i yanında götürecek, Bitlis'i hep özleyecekti. Nurs'u sayıklayacak, Tağ'ın hülyası gözlerini yaşartacaktı ömrü boyunca.

Ne var ki, kader onu beklemediği bir anda Van'a sevketmişti. Ömer Paşa'nın vefatı, Şeyh Küfrevî'nin de göçüp gitmesiyle bir bakıma hamisiz kalmıştı; tadını bir parça kaybetmişti Bitlis. Zaten çok fazla da göze batıyordu, bu küçük ve sıkışık şehirde çok fazla dile düşmüştü. Oysa şehir büyük şeyh ve âlimlerden geçilmiyordu. Birkaçı kendisini sevse bile, çoğunun kıskançlık damarları kabarmıştı.

Tahir Paşa'nın Van'a daveti, tebdil-i mekân için iyi bir fırsat olmuş, hüzün ve sevincin birlikte sardığı bir ruh hâli içinde kopmuştu baba topraklarından. Çocukluğu, ilk gençliği, ilk arkadaşları, ilk hatıraları uzaklarda kalmıştı.

Vakıa Van güzel bir şehirdi. Sırtını dayadığı dağları, yerde ikinci bir gök gibi derinleşen gölü, verimli bağ ve bahçeleri, uzayıp giden sahilleri ile Bitlis'le kıyaslanmayacak kadar çekici ve ferahtı. Hele kaleyi güney doğudan güney batıya kadar muhasara altına almış gibi saran şehrin kerpiç ağırlıklı evleri, küçük meydanlarda evlerin ihtişamını tevazu ve fukaralıkları ile öne çıkardığı câmi ve konakların asil duruşları Van'a gelen herkes gibi, Bediüzzaman Molla Said-i meşhur'u da mestetmişti.

Gelir gelmez valinin ısrarları karşısında yerleşmeye, bir bakıma, mecbur kaldığı Tahir Paşa Konağı'nı da sevmişti. Ömer Paşa Konağı'na göre çok daha büyük ve debdebeli görünen; kerpiç, taş ve ahşap karması konak, kaleye bin metre mesafede, şehrin güneydoğu çizgisine kurulmuştu. Hane halkı, Ömer Paşa'nın aile efradına kıyasla daha kalabalıktı. İki eşi, bir düzineye yakın çocuğu, misafirperverliğinin tabiî iktizası olan gelen gidenlerinin çokluğuyla bu büyük konak, günün hemen her vakti ile kalabalık olmasına rağmen şaşırtıcı bir sırla sessizlik ve ağır başlılığını koruyordu.

Büyüklüğüne rağman zarafetini koruyan, ahşap cumba, kapı, pencere ve saçak işçiliğiyle göz alan konağı, Bediüzzaman da sevmiş ama bağlanmamıştı. Burada misafir olduğunu, Bitlis ve Ömer Paşa Konağı'ndan ayrıldığı gibi, bir gün bu konaktan da ayrılacağını biliyordu. Zaten konağın hoşuna giden tarafı da, Tahir Paşa'nın ilme merakı, ulemaya hürmet ve muhabbeti sebebiyle bir ilim meclisi, bir medrese mahiyetine bürünmüş olmasıydı.

Elli yaşına henüz girmiş olan İşkodralı Tahir Paşa, Sultan Abdulhamid'in gözde ve itibarlı ricâlindendi. İran hududunu neredeyse tek başına tutan bu serhad şehrine de liyakati sebebiyle gönderilmişti. Paşa da geldiği günden itibaren hummalı bir faaliyetin içine girmiş, bu serhad şehrini bilhassa bir ilim merkezine çevirmek için harekete geçmişti.
Bediüzzaman Molla Said-i Meşhuru da bu maksadla davet etmiş ve doğrudan himayesine almıştı. Onun üzerinden şehri bir ilim ve irfan merkezine dönüştürüp Kürt halkını, İran tesirleri başta olmak üzere, tehlikeli bütün teşebbüslerden korumak ve kurtarmak istiyordu. Şehirdeki yoğun Ermeni varlığından Rus tehdidine kadar bölgenin kritik bir yer olduğunun farkında idi. Devlet-i Aliyye'nin dahilde birliğini, bilhassa Müslim unsurlar arasında temin etmenin bekâ meselesi olduğunu, Doksan Üç harbinden beri, Tahir Paşa da iyi bilenlerdendi.

Kürt halkının şeyh, meşayih ile ulemaya düşkünlük ve muhabbetinin farkında olmamak kabil değildi, azıcık dikkat, azıcık müşahede kabiliyeti ile göz önündeki bu hakikati herkes görebilirdi, Paşa da görüyordu. Halkı kazanmanın, bir arada tutmanın en kestirme ve kolay yolunun sevdiklerini sevmekten; inançlarına hürmet etmekten geçtiği açıktı. Esasen kendisi de samimi bir Müslümandı, ilim ve ehline de düşkündü. Memuriyet vazifesinin iktiza ettikleri ile samimi inanç ve hissiyatı âhenk içinde idi. Bilhassa Rus ve Ermeni tehdidi ile İran desiselerine karşı bölge halkını ilim ve irfanla donatmak gerektiği izah ve ikna gayreti gerektirmiyordu.

Payitaht da, Rus orduları Yeşilköy'e dayandığından beri, Müslim unsurların ittihadının ne kadar hayatî olduğunu biliyordu. Sultan Abdulhamid, ecnebi tehdidi altına giren devleti yaşatmanın ana âmilinin İttihad-ı İslâm olduğunu, tahta henüz çıktığında, ayağının tozuyla girmeye mecbur kaldığı Doksan Üç Harbinin acı netice ve derslerinden çıkarmış; savaş şartlarında gayr-i Müslim unsurlara sırtını yaslayamayacağını yaşayarak öğrenmişti. Bu acı tecrübe ve derslerin telkini altında harekete geçmiş, ittihad-ı İslâm fikrini yaymaya, kendisini de tesis etmeye çalışıyordu. Attığı her adım, yaptığı her teşebbüs ve her tayin bu maksada bakıyordu.

Tahir Paşa'nın ilk işlerinden biri de Bediüzzaman'a, taleb ve düşünceleri istikametinde, Horhor Camii ile kale arasında bir medrese inşa etmek için harekete geçmiş olmasıydı. Şehrin evkafını bu maksadla kullanmış, kendisi de birkaç talebenin maişetini üstlenmişti. Kış bastırmadan inşaatı bitirmek için hummalı bir faaliyete girmişlerdi.

Molla Said, gün boyunca medresenin inşasına nezaret etmekle kalmıyor, zaman zaman bizzat çalışarak da usta ve işçilere yardım ediyordu. Burası, hem medrese hem de talebelerin ikâmetgâhı gibi kullanılacaktı ama konaktan ayrılacağı günlerde kendisi için de ev hizmeti görecekti.

Tahir Paşa'nın gelişini haber veren nal ve teker seslerini duyduğunda ellerini yıkıyordu. Usta ve işçiler de günün son işlerini bitirmek için telaşlı çalışmalarına devam ediyorlardı.

Tahir Paşa ise hemen her gün, mesaisini bitirdikten sonra faytonla medreseye geliyor, Bediüzzaman'ı alıp birlikte konağa gidiyordu. Bazı günlerde ise atla geliyor, Seyda deyip büyük hürmet gösterdiği bu genç insanla at biniyor, günün yorgunluk ve sıkıntısını hafifletmek için göl kıyısındaki düzlüklerde at yarıştırdıktan sonra, akşamın alaca karanlığında iki ahbab gibi konağa dönüyorlardı.

Faytondan inip günlük inşaatın ilerleyişini görmek için yaklaşan valiyi gören usta ve işçiler ellerindeki işi bırakmış veya bitirmiş olarak ayakta hürmetle beklerken Bediüzzaman da Paşa'nın yoluna çıkıp karşıladı.

"Selamünaleyküm Seyda!.. Maşaallah, hızlı gidiyorsunuz..." diyen valiye, sadece gülümseyerek,
"Aleykümselam paşam!" diyerek karşılı verdi.

Her defasında elini öpmek için meyleden Paşa'dan bir adım geri çekilerek,
"Estağfurullah!" dedi.

Kısa sürede Van'da şöhreti o kadar artmıştı ki, kendisinden otuz yaş büyük bir Vali Paşanın elini öpmeye çalışmasını hiç kimse yadırgamıyordu, Tahir Paşa da hürmetini saklamak yerine aksine herkese göstermekten keyif alıyor, bu genç ama büyük âlimin dostluk ve yakınlığıyla alenen iftihar ediyordu.

(Kutub Yıldızı'ndan)

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.