Kelepçeler ve Namaz

Hüseyin YILMAZ

İlk geceyi Savur'da konaklamış, yol yorgunluğu sebebiyle de yola çıkmakta gecikmişlerdi. Savurlu olması hasebiyle bölgeyi iyi bilen Fatih, atının üstünde önde gidiyor, bir at boyu mesafede kendisini, ayak bileklerinden bukağı ile kelepçelenmiş olan Bediüzzaman takib ediyordu. Arkayı kollamak da İbrahim'e kalmıştı.

Dünden beri devam eden sarsıntılı at yürüyüşü demir bukağıların Molla Said'in ayak bileklerini yaralamasına sebeb olmuştu. Vaziyeti akşam konaklamasında farkeden zabitler, bileklerini bir bezle sardıktan sonra bukağıları vurmuşlardı ama yine de sarsıntılarda bir nebze canı yanıyordu. Vâkıa askerler insaflı davranıp bukağıları atın karnı altından birbirine bağlayan zinciri gevşek tutmuş, germemişlerdi. Bu bakımdan ayaklarını nisbeten oynatabiliyordu, atın üstünde tutunması da sıkıntı olmuyordu. Lâkin zincirin ortadan sarkan ağırlığı, saatler ilerledikçe bacaklarında dayanılmaz bir ağrı ve yorgunluğa sebeb oluyordu.

Savur Çayı boyunca, göğe yükselen kavak tarlalarının yanı başında, çoğu zaman gölgede devam eden yolculuk, içinde bulunduğu şartlara rağmen hoşuna gidiyordu. Zengin bir tefekkür imkânı veren tenha ve ıssız bu coğrafya, çoğu zaman at sırtında dalıp gitmesine sebeb oluyor, derin düşünce ve hatıralara dalıyordu. Tek tük karşılaştıkları köylülerin şaşkın ve meraklı bakışlarının içine düşürdüğü suçlu addedilme ruh hâlini aşması kolay olmuyordu. İzzet-i nefsine ağır gelen bu vaziyette görünmemek için daha kestirme, daha ıssız dağ yollarını tercih ederdi fakat buna karar veren kendisi değildi.

Ahmediye-Başkavak yakınlarında bol bir çeşme ile karşılaştıklarında öğle vakti de henüz girmişti. Yarım insan boyu yüksekliğinde bir yerden fışkırıp taş bir oluktan yine büyükçe taş bir kurnaya dökülen su, uzayıp giden bir arkla tarlaları sulamakta kullanılıyordu. Küçük bir harman yeri genişliğindeki düzlüğün etrafında boy atmış olan dut ve çınar ağaçlarının gölgesi, her türlü yorgunluğu atma iddiası taşıyan bir davet gibi duruyordu.

Fatih, tek hamlede atından inip suya ilerleyince, İbrahim de atından indi. Süvari sadece Molla Said kalmıştı. İnebilmesi için ayak kelepçelerinin çözülmesi lâzımdı fakat jandarmalar o niyette görünmüyorlardı. Belli ki, bir su içip devam edeceklerdi.

Oysa Molla Said'in hem bacaklarını dinlendirmeye ihtiyacı vardı, hem de öğle namazını kılmak istiyordu. Sâkin fakat kararlı bir ses tonu ile,

"Ayaklarımı çözünüz, öğle namazını kılmak istiyorum!" dedi.

Suyun şırıltısından Fâtih kendisini işitmedi fakat İbrahim bir lâhza duraklayıp yüzüne baktı, sonra arkadaşına döndü. Ne var ki Fatih çoktan gürül gürül akan suya eğilmiş, elini, yüzünü, hatta kısa kesilmiş saçlarının verdiği rahatlıkla başını yıkıyordu.

İbrahim bulundukları yere, çevreye; kesif ormanlara benzeyen, Savur Çayının her iki tarafında uzayıp giden kavak tarlalarına baktı. Kavak dalları arasına her cinsten binlerce kuşun cıvıltısı suyun şırıltısına karışıyordu. Bir punduna getirip kavak bahçelerine dalarsa, Molla Said'i yakalamalarının imkânsız olduğunu düşündü. Ya buna teşebbüs ederse, diye geçirdi.

Molla Said'e cevab vermeden Fatih'in yanına gitti. Bir şeyler fısıldaştıktan sonra Molla Said'e dönüp yüksek sesle,

"Olmaz!" dedi. "Bir su içip yola devam edeceğiz. Zaten sabah geç çıktığımız için yeterince vakit kaybettik."

Sonra o da Fatih gibi oluğun karşısına geçip başını, elini yüzünü yıkamaya koyuldu. Şamata gürültü içinde suyun keyfini çıkarırken neredeyse Molla Said'i büsbütün unutmuşlardı. Bir karaltının gölgesi üzerlerine düştüğünde irkilerek bakıştılar. Molla Said, yanı başlarında ayakta dikilmiş, sıvadığı kollarını önünde çapraz bağlamış vaziyette sıranın kendisine gelmesini bekliyordu.

Zabitler hortlak görmüş gibiydiler, hatta hortlak görseler bu kadar şaşırmayacaklardı. Savur'dan çıkarken Molla Said'in ayaklarını birlikte kelepçelemiş, defalarca kontrol etmiş, anahtarı da Fatih cebine atmıştı. Hiçbir gücün ne o zincir ve kilidi çözmesi, ne de kırması mümkündü. Esasen atın sırtındaki birisinin atın karnı altında birbirine bağlanmış ayak kelepçelerine ulaşması da mümkün değildi. Akılla, mantıkla izahı mümkün olmayan bir şeyi yaşıyor olmanın şaşkınlık ve dehşeti içinde bakıştılar. Nihayet İbrahim,

"Nasıl çözdün kelepçeleri!" diyebildi.

Molla Said gülümsedi:

"Bilmem, herhalde iyi bağlamamış olmalısınız!"

Sayıklar gibi,

"İmkânsız!" dedi Fâtih.

Molla Said, suya doğru biri iki adım attığında jandarmalar hürmetle geri çekildiler. Şaşkınlık ve korkudan üşüyor gibi büzülmüşlerdi, başlarına gelebilecek bir felâketten korkar gibiydiler.

Molla Said'in abdest alıp namaz kılmasını tek kelime konuşmadan seyrettiler. Arada bir bakışları yol kenarındaki otlarla karınlarını doyurmaya çalışan atlara ve Molla Said'in bir mendil gibi toplayıp küçük bir taşın üstüne bıraktığı kelepçeye kayıyordu. Kelepçeleri kırıp kırmadığını merak ediyorlardı ama nedense gidip bakmıyorlardı, şoklanmış ya da büyülenmiş gibiydiler.

Molla Said, uzun uzadıya ve kemal-i huzurla namazını eda ettikten sonra ayağa kalkıp bir daha suya yöneldi. Bir daha avuçlarıyla kana kana içti. Sonra ellerini önlerinde bağlamış, hürmet içinde işini bitirmesini bekleyen jandarmalara döndü.

"Gidelim mi?" dedi, yumuşak bir sesle.

İkisi birden,

"Siz bilirsiniz, efendim!" dediler.

Molla Said önde, jandarmalar birkaç adım mesafede hayli uzaklaşmış görünen atlara doğru yürüdüler. Kelepçenin yanından geçerken İbrahim, belli etmemeye çalışarak eğilip almıştı.

Molla Said, çevik bir hareketle atına bindikten sonra İbrahim'e baktı.

"Kelepçeleri vurun da gidelim!"

İbrahim, gayr-i ihtiyari gerilerken,

"Estağfurullah efendim, hiç olur mu öyle şey?" dedi.

Fatih de,

"Biz bundan sonra sadece sizi korumak ve size hizmet etmekle vazifeliyiz efendim!" dedi. "Ne emreder, ne isterseniz onu yapacağız."

"Anlıyorum ama siz yine de vazifenizi yapıp kelepçeleri takınız!"

"Vazifemiz size kelepçe takmak değil, Bitlis'e sağ selim götürmektir." diyerek karşılık verdi İbrahim.

"Herhangi bir emriniz varsa, onu emrediniz!" diyen Fatih, arkadaşını teyid etti.

Molla Said, bir an düşündü. Kendisini çok sevdiği ve hizmetlerini takdir ettiği Şeyh Abdurrahman Hamidî'nin biraderzadesi Şeyh Kemaleddin'in dergâh ve medresesi bu köyde idi. Şah-ı Mardinî Şeyh Hamidî, oğullarından Muhammed Alaaddin'i, yıllar önce Ahmediye'de hizmet etmekle vazifelendirmişti. O da bu köye yerleşip bir câmi, medrese ve dergâh inşa ettirip hizmete başlamıştı. Ne var ki, yirmi dokuz yaşında Şeyh Muhammed Alaaddin vefat etmiş yerine de oğlu Kemaleddin geçmişti. Şeyh Kemaleddin'i ziyaret etmek için bir daha bir fırsatının olmayabileceğini düşündü.

"Şeyh Kemaleddin'i ziyaret etmek istiyorum!" dedi.

Jandarmaların tereddüdleri çoktan bitmişti.

"Emredersiniz!" dediler.

(Kutub Yıldızı II)

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.