Mardin, taşın konuştuğu, taşın gülümsediği taştan şehir! Mezopotamya Ovasını, konduğu zirvede süzen kartal heykeli, göğsünde insan yaşayan, hayat fışkıran taştan heykel. Camilerin, kiliselerin, şapellerin, medreselerin, manastırların iç içe yaşadığı kadim belde, yekpâre saray. Arablar, Türkler, Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Yezidiler bu kadim şehrin çok eski hikâyeleri, bin yıllık efsaneleri. Burada herkes, bir parça Müslüman, bir parça Hıristiyan, bir parça Yezidi. Birbirinin içinde erimiş müşterek bir irfânı yaşayan, müşterek bir dili konuşan insanların şehri Mardin.
Ne Bitlis'e benziyordu Mardin, ne de Van veya Siird'e. Belki bir Parça Tillo'yu hatırlatıyordu ama sadece kesme taşlardan kaynaklanan zayıf bir tedai idi bu. Küçük kusurları, şehrin büyük güzelliği farkedilsin diye, bir kasdın eseri olarak, mahsustan atlanmış, hatta bilerek işlenmiş gibi duran, büyükçe bir mücevherin ışıltı ve âhengine sahibdi. Taş, balçık uysallığıyla ustaların mahir ellerinde şekillendikten sonra sertleşmiş, zamana öyle meydan okumuş gibiydi. Başka türlü bu pahalı Hint kumaşı havası, bu çok ince düşünülmüş, çok ince işlenmiş Acem minyatürü görüntüsünü sert taşa işlemiş olmak mümkün görünmüyordu. İlk bakışı derin bir aşka dönüştürüyor, zebun ediyordu şehir.
Kale, kartalın başını teşkil ederek şehrin slüetini tamamlıyordu. Kalenin bağrından fışkıran su, taştan yer altı kanalları ile câmi, medrese, kilise ve konaklara dağılıyor; köşe başlarının taş çeşmelerinden taştan kurnalara dökülüyor, şehrin musikisine bir bağlama teli inleyişiyle iştirak ediyordu. Bu sıkışık, kesif ormanları andıran kadim şehrin günlük hayatı bir panayır yeri canlılığına sahibdi. Mekân darlığı, ses ve hareketi olması gerekenden daha fazla, daha baş döndürücü bir şekle sokuyor, gürültülü bir arı kovanı vehmi kazandırıyordu.
Yakın bir zamanda bazı köylerde baş gösteren tedhiş hâdiselerinin sebebiyet verdiği Ermeni göçü, bir müddettir Mardin'in umumî hayatını içten içe tedirgin etmiş olsa bile, kol kırılır yen içinde kalır mahremiyetiyle yaralarını sarmaya çalışıyordu şehir. Devlet ricali, şehrin ileri gelenleri, medrese ve kilise dayanışmasından doğan kuvvet ve aklın seferberliği ile köylerden gelen göç karşılanmış, sıkıntılarla da olsa iskânı temin edilmişti. Şimdilik bir sükûnet hâkim olmakla birlikte belli belirsiz bir tedirginlik, şehrin mahrem hayatında varlığını hissettirmeye devam ediyordu.
Selanikli lâkabıyla meşhur Mutasarrıf Mehmed Enis Paşa'nın disiplinli idaresindeki Mardin sancağı da bölgenin hemen bütün şehirleri gibi, Sultan Abdulhamid'in tedirgin ve müstebid idare tarzının küçük bir benzerini yaşıyordu. Dar, karanlık ve labirenti andıran sokaklarda, taş kubbelerin altında, küçük meydan kalabalıklarında hafiyeler cirit atıyor, şehre yeni gelenler ile şüpheliler bir gölge sadakatiyle takib ediliyor, jurnaller hazırlanıp önce Mutassarıflığa, ordan da İstanbul'a ulaştırılıyordu. Takib altına alınanların ekseriyeti gayr-i Müslim olsa da, Müslümanlardan da takibe alınanların az olduğu söylenemezdi. Bunlardan biri de şöhreti kendisinden önce şehre ulaşan Bediüzzaman Molla Said'di.
Daha şehrin girişinde medrese mollası kılıklı iki hafiye tarafından, bir raslantı eseri olarak karşılaşılmış havası içinde alınıp Şehidiye Medresesi'ne götürülmüş, sohbet ve hal-hatır sorma havası içinde sorgu-sual edildikten sonra müderrislere teslim edilmişti.
Talebe ve hoca kaynayan medreselerin yabancısı olmayan Molla Said'in şöhretini duymuş olan hocalar, bir müddet meraklarını giderecek bir sohbetin kapılarını aralamış, meraklarını gidermiş, sonra da medresenin güneye bakan güzel odalarından birisine yerleştirmiş, kıdemli bir talebeyi de hizmetlerini görmesi için yardımcı vermişlerdi.
Odasında yalnız kaldığında, pencerenin önüne dikilip taştan teraslar halinde tarlalara doğru inen şehir manzarası üzerinden Mezopotamya'nın ufka uzanan verimli topraklarına baktı. Yeşil öbekleri andıran bağ ve bahçeler, sarıya bürünen ovanın içinde çöl vahaları gibi görünüyordu. Müstevli bir sis tabakası, az önce sönmüş büyük bir yangından kalmış beyaz bir duman gibi, ufka doğru manzaranın hendesesini bozup şekilleri eritiyordu. Bir müddet ayakta durduktan sonra, yol yorgunluğunu üzerinden atmak için uzanacak bir yer bakındı. Duvara gömülü dolapta yatak-yorgan olmalıydı ama uğraşmak istemedi. Batı duvarının önündeki mindere uzandı. Yorgundu, gözleri kendiliğinden kapandı.
(Kutub Yıldızı II)