Diyadin günleri hızla gelip geçmiş, yaylaya çıkma vakti gelmişti. Diyadin'de kaldığı günlerde gündüzleri, çoğu zaman Şerif Beyle atların sırtında yalnız, bazen de üç-beş kişinin iştiraki ile tefekkür ve tenezzüh seyahatlerine çıkmış, akşamları da misafir odalarının birinde meraklı hemşerilerinin suallerini cevablandırmış, dertlerini dinlemişti. Görünüşü itibari ile çocuk, ilmi ve zekâsı ile çok büyük oluşunun meydana getirdiği tezad kâh bir sıkıntının, kâh bir şaşkınlığın sebebi oluyordu. Hemen her yerde karşılaştığı hayran bakışlar karşısında mahcub oluyor, gıyabında "Molla Said-i Meşhur bu çocuk mu?" dediklerini işitiyordu.
Çarıksız, donsuz çocukların çokluğuna üzülüyordu; yarı çıplak yaşıyorlardı. Nurs ve civarlarında çok görmediği bu acıklı halin halkın ekseriyet itibariyle alışkın olduğu göçerlik hayatından kaynaklandığını düşünmek istiyordu ama göz önündeki sefalet, buna müsaade etmiyordu. Gördükleri, düpedüz ağır bir fukaralığın masum çocuklar üzerinden aksedişiydi.
Kürdlerin kahir ekseriyeti gibi, Diyadin halkı da dindardı ama taklidî bir dindarlıktı bu. Kulaktan dolma ilmihal bilgileri ile sınırlı, taklidî bir tekrarın yaşattığı bu dindarlığın tezahürleri daha çok Cehennem korkusunu aksettiriyordu; günaha girmekten, vebal almaktan korkan Diyadinliler, biraz da bu sebeble sulh ve selamet içinde yaşıyorlardı. Oysa dindarlık derin bir ilim ve tefekkürün neticesi olsa, tezahürleri çok daha farklı olabilirdi. Bu noktada dönüp dolaşıp yine cehâlet problemiyle karşı karşıya kalıyordu. Cehaleti yasaklamadan bu insanları refaha kavuşturmanın mümkün olmadığı açıktı.
Ne var ki, cehalet yasaklanabilir bir şey değildi! Ondan kurtulmanın yolu, bir şey yapmamaktan değil, çok şey yapmaktan geçiyordu. Medresenin tekrarlardan ibaret hale gelmiş dar kalıplarını aşan bir ilim tahsili, bölgenin ilk farzı gibi görünüyordu.
Molla Said, Diyadin'de medreseli bir talebe olmaktan sıyrılmış, bir müderris tavrına geçiş yapmıştı. Halkla bu ilk yoğun temas, problemlerini net bir şekilde farkediş, onu kendiliğinden kafa yormaya, çözümler aramaya sevkediyordu. Bu iyi niyetli, samimi ama cahil ve fakir insanların kendi karanlık mağaralarından çıkarılmaya ihtiyaçları vardı. O karanlıktan aydınlığa çıkmaları için de bir rehberliğe muhtaçlardı; ilmin, bilginin rehberliğine.
Bu rehberlik ya devletin öncülüğünde gerçekleşecekti ya da halkın can yakıcı ihtiyacı hayat verecekti. Şübhesiz ikincisi fıtrî olandı, ne var ki, cehaletin yiyip bitirdiği bu insanlar ihtiyaçlarını gidermek için gayret göstermekte ölü tavrına bürünüyorlardı. Birileri öne geçmedikten sonra harekete geçmelerini beklemek, balığın kavağa tırmanmasını beklemek kadar abesdi.
Devlete gelince, başında yeterince gaile vardı; yorgun ve bitap düşmüştü. Ardı arkası kesilmeyen mağlubiyetler, savaşların erittiği genç erkek nüfusu, kaybedilen büyük topraklar, kaçış göçlerinin meydana getirdiği ağır yükler, devletin yaşamakta olduğu hayat-memat korkusu bu uzak diyarlara el atmasını büsbütün mümkün olmaktan çıkarıyordu.
Mahallî bir intibah lazım, ancak Molla Said'de Hz. İsrafil'in Suru yok. Bu insanları ne zaman, nasıl uyandırabileceği, meçhul! Önce bölgede kabul görmesi, bilinir olması lâzım. Şöhret sahibi olmak, bu insanlara rehberlikte müessir olmanın ilk şartı. Aralarındaki en köklü, en kanlı çatışmaları bile sadece bölgenin şöhretlileri durdurabiliyordu: Kimi zaman bir âşiret beyi, kimi zaman bir ağa, kimi zaman da bir şeyh veya âlim. Söz, onlardan birinin ağzından çıkarsa muteber. Başkasının ne dediğinin hiçbir değeri yok.
Zamana ihtiyacı vardı: İlmen de yaşça da... İlk bakışta hâlâ çocuktu. Onun yaşındakilerin en fazla gördüğü itibar, beş-on sığıra çoban olmak ya da kara sapanın kuyruğunu tutmaktı. Bu yaşta ilmine hayran olanlar bile belli bir noktadan sonra, işlerine gelmediğinde "O henüz küçük bir çocuk!" deyip tesirini kırmaya çalışmakta beis görmüyorlardı.
İlmin, bilginin daha fazla itibar gördüğü Van, Bitlis, Siirt ve Mardin havalisinin maksadına daha çok hizmet edeceğini düşünüyordu. Esasen Şerif Bey'in ısrarları olmasaydı şimdi çoktan Van'a ulaşmış, belki de geçmiş olacaktı. Yayla günlerini kısa tutma azmiyle Diyadin defterini kapattı. Yarın Şerif Bey'le birlikte Aladağ Yaylası'na çıkmaya karar verdiğinde içindeki huzursuzluk, ruhunda uzaklaşan tehlike tesiri meydana getirdi, bir nebze yatıştı.