Milyarların yarı üryan mahşeri kalabalığının dehşet verici uğultusu ile gözlerini açtığında bir ân nerede ve ne olduğunu anlayamadı. Sonra ânî bir intikalle Haşir sabahına uyandığını anlayıp dehşete kapıldı.
Ayağa fırladığında kendisinin de ihramlı olduğunu farketti. Hazret-i Âdem'le başlayıp asırlarca devam eden beşeriyetin dünyevî hayatı, belki yüz milyarlarca insana ulaştıktan sonra, dehşetini hayâl meyâl hatırladığı kıyametin büyük yıkılışı ile şekil değiştirip Haşir sabahına varmıştı. Bütün Peygamberlerin (A.S.) ve Semavî Kitabların haber verdiği büyük hesap gününe ulaşmış olmanın dehşeti, kabirlerinden beyaz bahar çiçekleri gibi boy atarak çıkan insanların benzini küle çevirmiş, ızdırab verici bir korku olarak gözlerine yerleşmişti.
İmdat çığlıkları umumî bir feryad olarak arşa yükseliyor ama kimse kimseyi duymuyor, imdad etmiyor, yardımına koşmuyordu. Gözler bakıyor fakat tanımıyordu, hattâ görmüyordu; ne evlâd annesini, ne anne evladını görüyordu. Herkesin "Nefsi, nefsi!" dediği gündü.
Bu tedai ile birden bugün bile "Ümmeti, ümmeti!" diyecek olan Hazret-i Peygamberi (A.S.V.) ziyaret etme arzusuna kapıldı. Büyük okyanusların dalgaları gibi dalgalanıp duran bu insan seli içinde Onu nasıl bulacağını düşünürken, Haşir günü herkesin behemehal üstünden geçeceği Sırat Köprüsü aklına geldi. Hiç şübhesiz Sırat Köprüsü'nün başında beklerse, Resul-i Ekremi (A.S.V.) görüp ziyaret edebilirdi.
Bu düşünce ile kalabalığı yarıp Sırat Köprüsü'ne doğru ilerlemeye başladı. Zaten mahşerî kalabalık da büyük ama yavaş bir sel gibi o tarafa doğru akıyordu.
Köprünün başına varıp da beklemeye başladığında heyecandan yerinde duramıyordu. Önce Hazret-i Âdem (A.S.) ile müşerref oldu. Beşeriyetin ilk babasının ellerini iştiyakla öptü. Sonra birer birer diğer Peygamberlerin (A.S.) geçişi başladı. Tek tek hepsinin ellerini öptü. Nihâyet Meryem Oğlu Hazret-i İsa (A.S.) ile de müşerref olduktan sonra, sıranın kâinatın bir cihetle hilkat sebebi olan Hazret-i Peygâmbere (A.S.V.) geldiğini bilmenin heyecanı içinde Onun gelişine dikkat kesildi.
Tam önüne geldiğinde büyük bir ruh coşkusu ile eğilip ellerini öptü, "Şefaat ya Resulullah!" dedi.
Ömrünü getirdiği dine hizmetle geçirmiş, herkesten çok sevdiği kâinatın gözbebeği, hilkatin ruh ve çekirdeği Allah'ın Resulü (A.S.V.), "Ne istersin Said?" dedi.
"İlim ya Resulullah, ilim isterim!" dedi.
O an aklına ilk gelen miydi, yoksa hep düşündüğü şey miydi; bilinmez ama binlerce talebin içinde diline sadece o gelmişti.
Resulullah (A.S.V.), "Ümmetimden sual sormamak kaydı ile sana ilim verilecek" dedi.
Heyecanının had safhasını bulduğu ândı, nereden geldiğini kestiremediği bir gürültü ile uyandı. Kan-ter içinde, el-pençe yatağında oturuyordu. Gürültü, teheccüd namazına kalkan Sofi Mirza'nın karanlıkta ayağının çarptığı bakır leğenden gelmişti. Gece aramasın diye Nure veya Hanım hemen her akşam leğeni aynı yere koyuyorlardı ama Sofi'nin uyku sersemi veya karanlıkta kestiremediği için abdest leğenine çarpması nâdir değildi.
Said gördüğü nuranî rüyadan uyandıran bu gürültüye üzüldü ama hem rüya bitmiş, hem de teheccüd namazına kalkması gerekiyordu.
Kelime-i şahadet ve salavat-ı şerife getirdi rüyanın heyecanı ile hâlâ titriyordu. Babası abdest alıp dönünceye kadar geçecek olan çeyrek saati geçirmek üzere yatağına uzanıp kalın yün yorganını gırtlağına kadar çekti. Üşüyordu!.. Nisan ortaları olmasına rağmen 1891'in baharı soğuk geçiyordu. Dere yatağındaki Nurs ise çok daha soğuktu.
Not: Kutub Yıldızı romanından bu satırları bu sabah, bir gölün kıyısında, sabah namazından sonra, mütevazi bir karavanın içinde yazdım. Umar ve temenni ederim ki, dualarınızın devamına vesile olur.