Molla Abdullah, akşamdan beri kardeşindeki değişikliklerin emareleri üzerinde kafa yoruyordu. Nisbeten sâkinleştiğini hemen farketmişti, gözlerinin tedirgin edici bakışları yerini sonsuz bir derinlik ve genişliğe bırakmış gibiydi. Üzerinde, kendisinden son derece emin insanların rahatlığı vardı; her şeyi bilen, her şey için kat'i bir cevabı olan, hiçbir şey karşısında şaşırmayan, korkmayan insanların tavrı içindeydi. Ayrılıklarının üzerinden bir yıl değil de yarım asır geçmiş gibiydi ve Molla Said yarım asrın kazandırabilecekleri ile geri dönmüştü. Bütün bunları yalanlayan tek şey ise, hâlâ bir çocuk oluşu ile üstündeki tuhaf derviş kıyafeti idi.
Kendisi de geceleri sadece birkaç saat dinlenmenin dışında ibadet ve ilimle geçirdiği için Molla Said'in neredeyse bütün gece hiç uyumadığını farketmişti. Vakıa küçüklüğünden beri az uyuyordu ama artık neredeyse uykuyu terketmiş gibiydi. Oysa Şirvan'a üç günlük bir mesafeden yaya gelmişti, yorgundu, yirmi dört saat yatıp uyuması beklenirdi ancak öyle olmamıştı.
Sabah çorbasından sonra daha fazla dayanamayarak,
"Eee Molla Said, senden sonra ben Şerh-i Şemsi'yi okudum! Sen ne okudun?" dedi.
Tavrında, ses tonunda Şerh-i Şemsi'yi okumuş olmanın verdiği hafif bir eda vardı. Molla Said, çok tabiî, çok sıradan bir şey söyler gibi,
"Seksen kitabı okudum!" dedi.
Molla Abdullah, gülmekle hayret arasında tereddüdde kaldı. Kardeşinin söylediği inanılır gibi değildi, fakat onun asla yalan söylemeyeceğini, daha ilk kelimelerini konuşmaya başladığından beri biliyordu. Latife ettiğini düşündü. Kekeler gibi,
"Ne demek?" diyebildi.
Molla Said, yine tavrını bozmadan, böbürlenmeden, havaya girmeden, sadece sorulduğu için cevab veren, sadece bilgi veren bir tavırla:
"Ders kitablarını bitirdim, artan vakitlerde de ders sırasına dahil olmayanları okudum." dedi.
Molla Abdullah'ın şaşkınlığını gizlemesi mümkün değildi artık, kardeşi latife falan etmiyor, ciddi ciddi bir yıldan daha kısa bir zaman zarfında seksen kitabı okuduğunda ısrar ediyordu. Evet, Molla Said asla yalan söylemezdi, şaka da etmiyordu lâkin söyledikleri de inanılır gibi değildi. Son bir hamla yaptı:
"O zaman seni imtihan edeyim!"
İstifini bozmadı. Molla Abdullah'ın son anda, "Ya şaka yaptım, ne seksen kitab okuması!" diyen ümidli bekleyişini de boşa çıkardı.
"Ne sormak istersen, sor!"
Molla Abdullah, bu büyük meydan okuyuşla asla bağdaşmayan sâkin ve rahat tavır karşısında önce aklında yer etmiş birkaç müşkil mesele sordu. Molla Said, hiç tereddüd etmeden, kitabdan okur gibi cevab verince hayreti büsbütün arttı.
Zihnindeki sualler bitince duvara gömülü raflardaki kitablara uzandı. Cevabı verilen kitabı yerine koyup daha zor olduğuna inandığı diğer kitablara birer birer el attı. Her kitabın en zor meselelerini sordu ama nafile. Derviş kıyafetleri içindeki küçük kardeşi, sorduklarının cevabını aklında kaldığı kadarıyla anlatmıyor, âdeta okuyordu. Evet, düpedüz okuyordu...
Sonunda teslim olmuş gibi kardeşinin karşısında yere çömelirken,
"Sen bütün bu kitabları ezberledin mi, Said?" dedi, dehşete düşmüş gibi.
Molla Said, aynı tabiî tavır ve sükûnet içinde,
"Elhamdulillah. Lütuf ve İhsan-ı Rabbaniyle!" dedi.
Molla Abdullah, birkaç gün şaşkınlığını üzerinden atamadı. On beş yaşında bir çocuğun yüz kadar ilmî, ağır ve müşkil meselelerle dolu kitabı yedi-sekiz ay zarfında okuması neyse de ihata edip ezberlemesini aklı almıyordu. Hattâ ezberlemeyi bile anlamaya çalışıyordu ama bütün bu kitablardaki bilgilerin tamamına hâkim olmayı anlayamıyordu. Bu, sadece ezberleme kabiliyetiyle halledilebilecek bir mesele değildi, büyük bir dehayı gerektiriyordu. Kılı kırka yaran keskin bir zekâ, kuvvetli bir mantık olmadan bu kitablar ihata edilemez, bu kitablara hükmedilemez, bu kitabların ince mânâları arasında âşina bir yerde gezinir gibi dolaşılamazdı.
"Vehbi!" diyordu kendi kendisine. "Allah'ın büyük bir ihsanı bu!" diye düşünüyordu. Ama ihsan ilimden ibaret değildi, ilimden önce ilmin üzerine inşa edildiği, sonsuzluklara benzeyen hafıza ihsandı, büyük deha ihsandı, bitip tükenmek bilmeyen gayret ihsandı.
Kardeşi de olsa, zaman zaman meziyetleri karşısında şaşkınlıklar yaşamış da olsa onu bu netlikte, bu şekilde ilk defa görüyordu. Sanki fırtınalı bir gecenin zifirî karanlığını yırtan büyük bir şimşek, zihninin karanlıklarını bir anda dağıtmış, her şeyi bütün çıplaklığıyla görmesine sebeb olmuştu. Bu çiğ aydınlıkta Molla Said'in cüssesi, Himalayalardan daha büyük, Everest'ten daha yüksek görünüyordu.
Bu vuzuh, bu aydınlanma karşısında karar verdiği ilk şey, tahsilden Molla Said-i Meşhur adlı müderris olarak dönen kardeşinden ders almak oldu.
Oysa kendisi Şirvanlıların çok sevdiği bir âlim, talebelerinin ilmini yere göğe sığdıramadığı bir müderristi. Ama Molla Said'in yanında herkes küçülüyordu, küçülmeye mahkûmdu; tıpkı Everest'in yanında bir tepecik kalan Ağrı Dağı gibi küçülüyordu.
(Kutub Yıldızı Romanından)