Guh-Meydan'a vardığında akşam namazı çoktan kılınmış, cemaat de dağılmıştı. Namazını tek kandilin loş aydınlığında kılıp camiden çıktığında ortalık erken bir dolunayın aydınlığıyla bir şafak vaktini yaşar gibiydi. Zaman zaman yakınından geçtiği kışlanın büyük kapısının önünden geçerken birden içeri girme arzusuna kapılıp içeri daldı. Birkaç adım atmıştı ki, bir ses telaş ve tehdid karışık, yakınında patladı:
"Dur, kimsin, içeri giremesin!"
İşitmemiş gibi davranınca kendisine seslenen asker sağ kolundan tutup durdurmak istedi. Molla Said çevik bir hareketle kolunu kurtardıktan sonra yoluna devam etmek istedi ama dört asker daha yetişince kavga erken başladı. Çavuş olduğu anlaşılan biri, bir taraftan kendisini durdurmaya çalışırken, öbür taraftan söylenmeye devam ediyordu:
"Aptal mısın, deli misin? Burası kışla, babanın evi değil..."
Çıkan arbede kısa zamanda yerini şiddetli bir kavgaya bıraktı. Molla Said bütün çevikliği ile bir anda en az üç askeri tesirsiz hale getiriyor ama boşta kalan diğer iki askerin darbelerinden korunamıyordu. Kavga uzayınca sinirlenen askerlerden biri tüfeğine el attı. Molla Said, kaşla göz arasında bir çeviklikle tüfeği askerin elinden kaptığı gibi büyük bir sopa gibi askerlere karşı kullanmaya başladı.
O arada çıkan kavga ve arbedeyi farkeden yirmi kadar asker, başlarında bir teğmenle kışladan çıkıp hızla başına üşüştüler. Bir on dakika kadar daha askerlerle kavga etmeye devam etti ama vücuduna isabet eden onlarca tekme, tokat ve dipçik darbeleri altında takati bitti, gözleri karardı ve yarı baygın vaziyette yere düştü. Hırslarına yenik düşen askerlerden birkaç tanesi o vaziyette bile tekmelemeye devam ediyordu ki, bir albayın yetişip müdahale etmesiyle durdular.
"Ne oluyor? Ne yapıyorsunuz? Neyin kavgası bu?"
Albay'ın sert sesi ile hazır ol vaziyeti alan askerler önlerine bakarken, yorgun ve nefes nefese kalmış sesiyle teğmen cevab verdi:
"Bir eşkıya olmalı, zorla girmek istedi kışlaya. Yakaladık, direnip karşı koyunca da öldürdük!"
Albay daha bir şey demeden, Molla Said, etrafındakilerin şaşkın bakışları altında, beklenilmeyecek bir çeviklikle ayağa kalktıktan sonra;
"Yalan söylemeyiniz, öyle çabuk ölenlerden değilim!" dedi.
Askerler hortlak görmüş gibiydiler, bunca darbeden sonra hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalkması, hortlak görmekten bile daha garib, daha imkânsızdı ama kalkmıştı. Askerlerden daha da çok Albay şaşkındı. Zirâ Valilikte, konakta defalarca gördüğü Molla Said-i Meşhur'u hemen tanımış ve yıldırım sür'atiyle çalışan beyni başının derde girebileceğini kulağına fısıldamıştı. Hiddetiyle bilinen Albay, o fıtrî öfkesiyle avazı çıktığınca askerleri azarlamaya başladı:
"Ahmak herifler, Molla Said-i Meşhur'u nasıl tanımazsınız, geri zekâlılar. Ya bir şey olsaydı, siz nasıl elimden kurtulacaktınız? Kurtulabileceğinizi de düşünmeyiniz zaten, cürmünüz affedilir gibi değil. Silahsız, tek başına bir adamı eşkıya sanmak, hele hele kışlayı bastığını düşünmek nasıl budalalıktır? Bunu, eşekliğiyle eşek bile düşünmez, eşek herifler."
Molla Said bir iki sefer albayı susturmak istemişse de bir türlü araya girememişti. Fırsatını bulunca Albay'ın karşısına dikildi:
"Askerlere itab etmeyiniz, kızmayınız! Çünki hata benimdir. Hem de onlara hakkımı helâl ediyorum. Zirâ, onlardan öcümü almışım. Hem benim vurduklarım daha çoktur. Yalnız benim darbelerim, umuma dağıldı. Onlarınki ise, hepsi bende toplandı. Fakat Teğmen bana vururken sövüyordu. Onu helâl etmem!" dedi.
Albay gülümsemekle ciddiyet arasında şaşkın gözlerle Molla Said'e bakıyor, mertlik ve hakperestliğine hayranlık duyuyordu. İstese askerlerin ağır cezalar almasına sebeb olabilirdi. Sırf bu hadise Valinin kulağına gitmesin diye albayın çok daha fazlasını yapabileceğini de görüyordu.
"Teğmen, derhal Molla Said'den özür dile ama cezanı ayrıca vereceğim!"
Gözlerine korku çöken teğmen iki büklüm vaziyette öne çıkıp,
"Seyda çok özür diliyorum, seni tanımıyorduk, öfkeme yenik düştüm!" dedi.
"Helâl ederim fakat bu öfke meselesi değil ahlâkî bir mesele. Sebeb ve şartlar ne olursa olsun bir Müslümana sövmek yakışmaz, hele de söven teğmense, bir rütbesi varsa. Bir daha kimseye sövmemek şartıyla helâl ederim."
Teğmen albayın araya girmesine fırsat vermeden,
"Söz Seyda, bir daha asla olmayacak. Senden de tekrar tekrar özür diliyorum!" dedi.
Mesele tatlıya bağlanmış ama albay, Molla Said'i revire götürüp ciddi bir vaziyetinin olup olmadığından emin olmak istiyordu. Fakat yaptığı bütün ısrarlara rağmen Molla Said, revire gitmek, birlikte bir kahve içmek, hiç değilse konağa faytonla gönderme teklifini de reddederek, kışlaya girmeden albayla vedalaşıp ayrıldı.
Son ânda albayın olup bitenleri kimseye söylememesi ricasını gülümseyerek temin ettikten sonra kışlanın avlusundan çıktı. Bir daha Gûh-Meydan Camiine dönerek üstünü başını temizleyip abdestini tazeledi. Yatısı namazına Ulu Camie yetişmek niyetiyle hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Bu akşam üçüncü sefer devlet denen varlık ve güçle karşı karşıya gelmiş ve bir daha yenilmişti. Karşısındaki devlet bile olsa içinde buruk bir mağlubiyet acısı vardı, hürriyet duygusu yaralanmıştı. Daha önce Bitlis'ten gitmesini emreden Vali Tahsin Paşa'ya boyun eğmiş, şehri terketmişti. Mutasarrıf Mehmed Enis ise ayaklarını kelepçeleyerek Mardin'den sürmüştü. Bu akşam da kışlaya girememiş, dayak yemişti. Devletle kavga etmek değil, nizama riayet etmesi gerektiği açıktı; bunu kabullenmeye mecbur olduğunun farkında idi artık. Âlim olmak, her şeyi, herkesten daha iyi bilmek, sonsuz bir hürriyet bahşetmiyordu. Yine de ağırına gidiyordu, bir köylü parçasının, "Yasah hemşerim, giremezsin!" deyip kasılmasını hazmedemiyordu.
Bu akşam devletle bir daha başını derde sokmamak için mümkün mertebe uzak durmaya karar verdi. Temas mecburiyeti söz konusu olduğunda ise nizama tabi olacak ama hata ve haksızlıkları ifadeye devam edecek, ıslâhı için mücadele edecekti.
Yatısı namazından sonra konağa dönmek yerine, hâlâ zaman zaman kullandığı Şerefiye'deki odasına gitti. Bir talebe ile konağa bu akşam dönmeyeceği haberini gönderdikten sonra aldığı darbelerin sızısını uykunun yumuşak dünyasında rahatlatmak için erkenden yatıp derin bir uykuya daldı.
(Kutub Yıldızı II)