Çeşme başında sabah namazı için abdest aldıktan sonra pöstekisini çimlerin üzerine serip namazını eda etti. Hafif bir rüzgâr çeşmenin serinliğini dağıtıp dutların altına tatlı, okşayan, mesteden bir serinlik vermişti. Molla Fethullah ile Siird ulemasını burada bekleyecekti. Kuşluk namazını eda ettikten sonra yenmekte zorlandığı tatlı bir uykuya yenik düştü. Elinde olmaksızın, kendiliğinden pöstekisine uzandı; sağ kolunu başına yastık yaptı. Hışırdayan dut yapraklarının serinliğinde derin bir uykuya daldı. Günün kaylulesi erken başlamıştı...
Üstüne bir gölge, bir karaltı düşmüş gibi irkilerek gözlerini açtığında yanı başında ayakta dikilmiş gülümseyen gözlerle kendisine bakan Molla Fethullah'ı gördü. Tek hamlede ayağa fırladı, mahcub olmuş gibiydi.
"Affedersiniz efendim, içim geçmiş!" derken etrafına bakındı.
İki düzineye yakın hocanın etrafa dağılıp kanyonu meraklı gözlerle seyrettiklerini görünce şaşkınlığı büsbütün arttı.
"Bu kadar derin hiç uyumazdım, bunca kalabalığın gürültüsünü nasıl işitmem!"
Molla Fethullah görüşmeyeli çok olmuş gibi, hasretini belli eden bir ses tonuyla,
"Hem sessizdik hem de doğrudan çeşmeye gelmedik Bedii. Gördüğün gibi hocalar henüz manzaranın seyrindeler, yoksa işitirdin. Uykunun hafif olduğu malumumuzdur."
Molla Said, bunca izaha rağmen yine de şaşkındı. Yakınından karınca bile geçse uyanan birisi için yaşadıkları normal değildi.
Molla Fethullah, mevzuu değiştirmek istedi.
"Bu ürkütücü yerde yalnız kalmaktan korkmadın mı hiç? Söz de dinlemiyorsun!"
Molla Said gülümsedi, çehresine dostça bir aydınlık yayıldı.
"Korkmasına korkmadım ama ıssız ve ürpertici bir yer. İnziva için harika, denebilir. Metruk kilise çile için emsalsiz gibi görünüyor."
"Bediî, çile düşünecek yaşta değilsin, ümmet hizmet bekliyor!"
Molla Said, içinde bir ürpertinin dolaştığını hissetti. Molla Fethullah, kendisine bir emanet bırakır, bir vazife verir gibiydi.
"Hocalarla hesaplaşmaya hazır mısın Bediî?"
"Evet!"
"O zaman mesele yok. Önce kahvaltı yapalım, sonra suallerini cevaplarsın hocaların. Heyecan içindeler, bir türlü senin yaşındaki birisinin her soruya cevab verebileceğine inanamıyorlar!"
"Haklılar, zaten ben de her soruya değil, ancak bildiklerime cevab verebilirim!"
Molla Fethullah gülümsedi, hakikatin öyle olmadığına neredeyse emindi.
Kahvaltı müddetince Molla Said, hocaların merak ve alâka merkezi oldu. Üzerine çevrilen bakışlardan rahatsız oluyor, gözlerini kaçırıyor ama bu kalabalıkta istediği neticeyi alamıyordu; nereye baksa, hangi tarafa dönse birkaç meraklı gözün hedefine giriyordu.
Kahvaltı esnasında Molla Fethullah kendisini sağ tarafına oturtmuş, zaman zaman da sofradaki iyileri önüne aktararak iltifat etmişti. Oysa Molla Said her zamanki gibi nerdeyse hiçbir şey yemiyor, sadece oyalanıyordu.
Kahvaltıdan sonra hocaların ardı arkası kesilmeyen sualleri başlayınca sahnenin baş rolü Molla Said'e geçti. Sorulan her suale, kitabdan okur gibi, tam karşısında oturan Molla Fethullah'ın yüzüne bakarak cevab veriyor, çoğu zaman sual sahibinin muradı olmayan ihtimalleri, hattâ bazen bilmediklerini de tek tek sıralayarak büyük bir şaşkınlık ve hayranlığa sebeb oluyordu.
Sualleri ne sınırlamak mümkündü ne de tasnif etmek: İbn-ül Hacer'den Gazali'ye, Muhyiddin-i Arabî'den İmam-ı Rabbanî'ye kadar İslâm ulema ve düşünürlerinin en derin, en ince meselelerdeki mütalaalarına esas teşkil eden bütün mevzuları Molla Said'in zihnine adete boca ediyor, içinde boğulup kalmasını bekliyorlardı.
Mantıktan sarf ve nahive, hadisten tefsire kadar İslamî ilimlerin en çetrefil, en muğlak meselelerini bugün Rasıl Hacar'da, Molla Said'in zihnine mızraklar gibi saplamak, yıkmak, çöktürmek istiyorlardı ama bir türlü olmuyordu. Molla Said, büyük okyanusların dev dalgalarına aldırmayan büyük gemilerin sâkinliği içinde, aynı şekilde, Molla Fethullah'ın müşfik simasına bakarak cevab veriyordu.
Siird ulemasının Molla Said'i ezmek isteyen imtihanı bittiğinde Bediüzzaman bir basamak daha yükselmiş, bölgenin cehalet ve fakirliğini yıkacağına inandığı büyük hedefine bir adım daha yaklaşmıştı. Sözden çok şöhretin itibar gördüğü bu topraklarda, tesirli bir hizmet yapmanın bu en müessir silahına artık çok daha yakındı.
Daha küçücük bir çocuk iken Kürdistan'da sadece yaşlı, büyük ve meşhurların sözlerine itibar edildiğini farketmişti. Kıymet sözde, sözün hakikatinde değil, söyleyenin isminde, şöhretinde aranıyordu. Ne söylendiğine değil, kimin söylediğine bakılıyordu. "Sadad efendilerimizden falan kişi dedi ki:" diye başlayan cümlenin kendisi unutuluyor, falan kişi hafızalara biraz daha kök salıyordu.
Bu da en az cehalet kadar, en az fakirlik kadar Kürdistan'ın büyük hastalığıydı, hatta Osmanlı'nın hastalığı denebilirdi. Neredeyse Devlet-i Aliye'nin bütün topraklarında vaziyet, çok az farkla Kürdistan gibiydi.
Molla Said fakirlik ve cehalet gibi, bu tahkiksiz teslimiyeti, şöhretlilerin tahakkümünü de kırmak, ıslah etmek istiyordu. Hazindir ki, bunu yapabilmesinin yolu da şöhretlilerin arasına katılmaktan geçiyordu. Meşhur olmadan, bütün meşhurları mağlûb etmeden ilmî istibdadı, kör taklidi, tahkiksiz teslimiyeti yıkamayacaktı. Asırların toz ve toprağı altında kalan İslâmiyet ve hakikatlerini silkeleyip yeniden yaşatmanın, ne yazık ki, başka bir yolu yoktu.
Onun için ulemaya meydan okuyor, sözlerine itiraz ediyor, tarz ve tavırlarını tenkid ediyordu. Bir fetret çocuğu olduğunun farkında idi. Nuruyla cihanı aydınlatan İslâmiyet, onun zamanında, onun yaşadığı topraklarda fırtınalı bir gecede şişesi kirli bir fanustan yayılan titrek ve cılız ışık kadar zayıftı. Muradı, onun büyük ve gerçek aydınlığını yeniden harlamak, cihâna rehber yapmaktı. Bunun için de devrin alışkanlığını kullanacaktı. Madem ki, bu zavallı insanlar, doğrudan hakikate uzanamıyorlardı; madem ki, sözün itibarı taşıdığı hakikatte değil söyleyende, söyleyenin isim ve şöhretinde aranıyordu; o da önce şöhretlileri tahtından düşürecek, sonra hakikatleri tebliğ edecekti.
Rasıl Hacar'da şöhretli Siird ulemasına karşı girdiği imtihanda kazandığı bu parlak zafer; onun için çok kıymetli, onun için yarınları inşa edecek bir adımdı.