Akşam namazı öncesinde Müküs'e vardığında yeterince yorgundu, fakat nahiyenin güzelliğine vurulmuş, yorgunluğunu unutmuştu. Turkuaz renkli çayın her iki tarafına serpiştirilmiş taş evleri, yeşil bahçeleri ve Nurs'un zirvelerine benzemeyen heybetli sarp dağları ile Said'i büyülemişti Müküs. Yekpare kayaların meydana getirdiği bu yüksek dağlar, her an evlerin üstüne yuvarlanacakmış gibi duruyordu. Kış aylarında çığların tehdidi altında olduğunu sandığı noktalarda gezindi bakışları. Camiye doğru büyülenmiş gibi yürürken burada bir ömür kalabileceğini düşündü.
Ekseriyetini medrese talebeleri ile yaşlıların teşkil ettiği cemaat, akşam namazında küçük camii doldurmuştu. Yaşlı imamın huşu ile kıldırdığı namazdan sonra yabancı olduğunu farkedip etrafını saranlara Nurslu olup okumak için geldiğini söyledi. Misafir etmek isteyen birkaç kişinin davetini reddederek talebelerle birlikte medreseye gitmeyi tercih etti.
Müküs Çayı'nın kıvrım aldığı bir noktada hafif yüksekçe bir yere kurulan Mir Hasan-ı Veli Medresesi, üç asırlık geçmişinin bekçiliğini yapar gibi ayakta duran iki katlı taş bir bina idi. Güneye bakan cephenin ortasındaki büyük kapıdan girilen medrese, genişçe bir sofa ve her iki tarafında yer alan büyükçe birer oda —belki salon demek gerekir— ile başlıyor, kuzeye doğru beş oda ile bitiyordu. Üst katta ise birbirine yakın büyüklükte dokuz oda yer alıyordu.
Kürdistan'ın büyük ve köklü bu medresesi, hemen her zaman talebe ve hocaların gözdesi olmuş, uzak coğrafyalardan müderris ve talebeleri, arıları çeken kovan gibi, cezbetmişti. Hâlâ aynı vaziyet devam ettiğinden talebe ve müderris seçimi itina ile yapılıyordu. Her çalana açılmayan kapısının tahsil için Said'e açılıp açılmayacağını ise sonraki günler gösterecekti. Şimdilik medreseye sadece misafir olarak alındığının farkında idi.
Mir Hasan-ı Veli'nin türbesi
İki yıl önce Arvas'da tanıyıp çok da hemhal olamadığı Beşirili Selim'i birkaç metre ötesinde farkettiğinde, belli belirsiz bir tedirginlik yaşadı. Oysa Selim her iki kolunu yana açmış, ışıldayan gözleri ve gülümseyen çehresi ile kendisine doğru hamle yapıp sımsıkı sarılmıştı. Bir taraftan da,
"Said sen ha, sen!" diyordu.
Çok şaşırmakla kalmamış, çok da sevinmiş gibiydi. Bir mânâ veremediği bu sıcak alâkaya aynı sıcaklıkla cevap verdi. Selim, herhalde bir tanıdıkla karşılaşmanın sevincini yaşıyordu. Belki de değişmişti...
"Ya sen hoş gelmişsin Said. Cidden çok sevindim ve burası tam sana göre!"
"Hoş bulduk. Burada olduğunu bilmiyordum." dedikten sonra, "Tam sana göre ne demek?" diye sordu.
Selim etrafındaki talebe kalabalığına aldırmadan içinden geçenleri sıraladı:
"Hocalar da talebeler de çok iyi, birinci sınıf yani. Sonra Müküs, Cennet tasvirleri gibi, bütün güzellikler burada. Hele senin gibi gezmeye bayılan birisi için arayarak bulunabilecek bir yer değil. Dağlar, dereler, su başları; ne istersen var."
Selim'in Müküs deresini andıran coşkusu karşısında Said üzerindeki tedirginliği attı. Selim değişmiş, eski kabalık ve hoyratlığından sıyrılmıştı anlaşılan.
Akşam yemeğinin zenginlik ve doyuruculuğu Selim'in söylediklerini teyid ediyordu. Kavrulmuş keçi etiyle örtülü bol tere yağlı bulgur pilavı, köpüklü soğuk ayran eşliğinde talebelerin önüne konduğunda Said, Selim'e bakıp gülümsedi. Selim ise, Arvas'da çok az yiyen Said'in bu lezzetli pilav karşısında tavrını bozup bozmayacağını merak ediyordu.
Said'in üç-beş kaşıkla iktifa etmesine şaşırmadı. Nurslu feqi hiç değişmemişti, değişmiyordu. Ona aldırmadan karnını doyurdu.
Selim'in çenesi düşmüş gibiydi. Yatma vaktine kadar konuşmadık bir şey bırakmadı geride. Çocukluğundan başlamış, bugünden çıkmıştı. Anlattıklarının ekseriyeti Said'in ilgisini çekmese de dinlemişti. Zaten bu ilk akşamda yapabileceği, yapmak istediği bir şey de yoktu. Günün yorgunu olduğundan erken uyumayı ümid etmişti ancak Selim hesabında yoktu. Hayli zaman sonra Selim'in gözlerine belli belirsiz bir uyku çökerken o, aksine büsbütün uyanmıştı. Uykusuz ve boş bir gece geçirmemek için okuyabileceği bir şeylerin olup olmadığını sordu.
Mir Hasan-ı Veli Medresesi'nin kalıntıları.
Selim bir an düşündükten sonra duvardaki dolapta duran kitaplar arasından ince bir kitapçığı alıp uzattı.
"Mir Hasan-ı Veli'nin medresesinde olduğumuza göre, onun hayat hikâyesinden başlaman iyi olacak!" dedi.
Said kitapçığı karıştırırken Selim devam etti:
"Yalnız birazdan bütün kandiller sönecek. Sadece sofanın kandili sabaha kadar yanar. Şimdi okumak istiyorsan aşağıya inmen lâzım."
Said mübhem bir şekilde başını, peki mânâsında salladıktan sonra kitabçığı alıp alt kata indi.
Sofada günlük dersini tekrarlayan gayretli bir talebeden başka kimse yoktu. Medrese sönen kandillerle birlikte koyu bir karanlığa, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Dışarıdan sadece derenin mırıltıları andıran sesi duyuluyordu. Gözleri sağ taraftaki odanın aralık kapısına kaydığında gecenin loşluğunda bir karaltının rükua gittiğini farketti. Belli ki birileri ibadetle meşguldü.
Fısıldar gibi ders tekrarı yapan talebeye selam verdikten sonra, kandilin ışığından faydalanabileceği bir yere oturup elindeki kitapçığı açtı. Birkaç sayfa karıştırdıktan sonra, başa dönüp okumaya başladı.
Şimdi medresenin elli metre ötesindeki kabrinde yatan Mir Hasan-ı Veli'nin doğum tarihi kesin bilinmediği gibi ne zaman öldüğü de meçhuldü. On altıncı asrın ilk yarısında doğduğu, aynı asrın sonlarında da vefat ettiği tahmin ediliyordu.
Bu Müküs Beyi, abisi Mir Mehmed, Müküs Sancakbeyi iken yaşananlara karşı takındığı müsbet tavırla parlamaya başlar. Mir Mehmed'in Müküs dahil bölge halkı üzerinde meydana getirdiği baskı ve yaptığı zulüm, bölge insanlarının hayat yükünü ağırlaştırır, huzur ve saâdetlerini hırpalar. Gayr-ı memnun halk homurdanmaya başlar ama bu zâlim Beye karşı ellerinden bir şey gelmemektedir.
Mir Mehmed, bölge halkına zulmetmekle kalmamış, bir de Payitaht ve Sarayın başına gaile açıp meşgul eden Şehzade Beyazıt Hadisesinde, âsi şehzadenin lehinde görüş beyan etmiş, korumaya çalışmıştır.
Kendi imkânları ile Mir Mehmed'in zulmünden kurtulamayan halkın tek imkân ve ümidi Padişahı haberdar etmek, çözümü ona bırakmaktır. Bu düşüncenin öncülerinden olan Mir Hasan-ı Veli, Hakkâri Beyi Zeynel ile birlikte İstanbul'a gider. Padişahla görüşüp bölgede olup bitenleri anlatır.
Beyazıt meselesinde takındığı tavır sebebiyle de Mir Mehhmed'i mimlemiş olan Padişah harekete geçerek Van Beylerbeyi Husrev Paşa'aya bir ferman ile gereğinin yapılasını emreder.
Hüsrev Paşa'nın tahkik ve raporu, Mir Mehmed'in sancak Beyliğinden azledilip Van'da hapsettirilmesi ile neticelenir. Müküs Sancakbeyliğine de kardeşi Mir Hasan tâyin edilir.
Mir Hasan, kardeşinin hapis yattığı sekiz yıl boyunca Müküs'ü kanatsız melek gibi idare eder. Adalet, şefkat ve merhametin yüzünü güldürdüğü halk, Mir Mehmed'in tam aksi bir idare ve şahsiyet sergileyen bu zâta "velilik" makamını lâyık görüp "Veli" demeye başlar. Ve İslâm tarihinin veli olarak yâd edilen ender üç-beş devlet ricalinden biri olarak tarihe geçer.
Yaptırdığı medrese yine onun idaresinde tam bir ilim ve irfân merkezi olur. Çevrenin en kıymetli hocaları gibi en zeki talebelerini de medreseye çekmeye muvaffak olur.
Müküs Çayı'nın çıktığı su gözü
Ne yazık ki, sekiz yıl sonra Mir Mehmed'in hapisten çıkıp Müküs'e dönmesi üzerine huzursuzluk ve gerginlikler başlar. Saray çareyi Mir Mehmed'i bir daha Müküs Sancakbeyliğine tayin etmekte arar. Mir Hasan-ı Veli ise sancakbeyliğine dönüştürülen Karkar Nahiyesi'ne sancakbeyi olarak tayin edilir.
Ne var ki, tekrar Müküs Sancakbeyliğine tayin edilen Mir Mehmed sekiz yıl hapis yatmamış gibi, bıraktığı yerden zulüm ve haksızlıklara yeniden başlar. Ancak tekrar Van hapishanesini boylar. Yerine oğlu Ahmed tâyin edilir.
Mir Ahmed ile Karkar Sancakbeyi arasında başlayan kanlı çatışmaları anlatan sayfalara geldiğinde Said, elindeki kitabı kapatıp ayağa kalktı. O kanlı sahneleri okumaya gönlü el vermemişti.
Not: KUTUB YILDIZI romanından.