Hiç kimse sadece kendisi için yazmaz. Başkaları da okusun ister; kendisini bilsinler, düşündüklerini, hissettiklerini yaşasınlar ister. İnsan bilinmek ister, sevilmek ister, alâka ister.
Çünkü fıtratı öyledir, öyle yaratılmıştır; sevilmeye, beğenilmeye muhtaçtır. Yalnız yaşayamaz, çevresine bigâne kalamaz; tutunmak ister; akıp giden zamanı, tutundukları ile yavaşlatmak ister.
Yazdıklarını kimse okumuyorsa, kimse okumayacaksa, niçin yazsın yazar! Kim sadece aynaya bakmakla kendisini avutabilir, kim sadece kendisinin düşünüp yazdıkları ile avunabilir! Teyide ihtiyacı vardır insanın; yaptıklarının, yaşadıklarının doğruluğundan emin olmak ister. Onun için, "Doğru yoldasın!" diyecek bir dost sesi bekler. Bir gülüşte, bir bakışta yıkanmak, temizlenmek, kirlerinden kurtulmak ister.
Günlerdir elim kaleme uzanmıyor! Ne kalemi? Kalem mi kaldı, kâğıt mı kaldı? Onlar çoktan öldü, sıra bizde. Kapanmakta olan eski bir devrin son kalıntıları gibiyiz, gidişimizle büsbütün kapanacak bir devir.
Yeni nesil okumuyor! Yazı, yerini görüntü ve sese bıraktı. İki kelimeyi bir araya getirmekten aciz aptalların alayı; kısa, mânâsız, abuk-sabuk üç-beş video ile hiçbir yazarın hayâl edemeyeceği paralar kazanıyor! Kimin sırtından? Okusunlar diye yazdığımız, çırpındığımız nesillerin sırtından.
Eskiden çok mu okurdu genç nesiller? Belki bu kadar değil ama onlar da okumuyordu. Kamal Atatürk'ün ruh ve mayasını alt üst ettiği bu topraklarda Ankara'nın muradı okumayan nesiller yetiştirmekti; okumayan, düşünmeyen, hedefsiz, maksadsız nesiller...
Harf İnkılâbı onun için yapılmış, bin yıllık irfân mazisi onun için bir günde yok edilmişti. Mlli Eğitim müfredatı, "Ali yat, yat; uyu!" ile başlıyor, sistem saçma sapan bir ezber ameliyesi olarak kendi kendisini tekrarlayıp duruyordu. Yüz bin kelimelik dil, budana budana üç-beş bin "tilcik"e çevrilmişti.
Yazmak, bu topraklarda yapılabilecek en abes iş belki de. Bir amele kadar karnın doymuyor, bir işportacı kadar geleceğe emniyetle bakamıyorsun. Yıllarını vererek yazdığın bir kitabın sağladığı kazanç, bir inşaat işçisinin iki haftalık ücreti kadar. Onu da rahat ve minnetsiz alamaz yazar! Yayıncının keyfini bekler çoğu zaman, eline tutuşturulan çekin vadesi altı ayın altında ise bir de sevinmesi istenir, kanat takıp uçması beklenir.
Zavallı yazar, hayata en kötü tarafından başladığını öğrendiğinde artık çok geçtir. Bütün fırsatlar, beklediği istasyonda durmayan trenler gibi önünden geçip gitmiş, ama o hiç birisine binmemiştir. Ben ne yaptım, demeye başladığında ise artık çok geçtir, son tren bile geçip gideli çok olmuştur. Mecburen yazacaktır, çünkü başka işi yoktur; bildiği başka bir iş de.
Ama yazamıyorum artık... Yarıda kalmış bir hamle gibi hayatım. Öyle de bitecek sanırım...