“Bediüzzaman ve Abdülhak Hamit” diye bir yazı yazacaktım, gözüme senin yazın ilişti, şöyle bir bakayım dedim. Sonra “Bir dokun bin ah işit kase-i fağfurdan” dedikleri gibi, okuduklarımdan dümdüz hayatın içinde bir sürgünün sürgünlük hatıralarını dinledim. Benim hayatım da senden çok farklı değil, tarihimizde sürgünler vardır, bu efsunlu kelime olan kurtarmak kelimesinin kazazedeleri, kurtarmak için giderken birgün kendinin kurtulmak için feryad ettiğini bağıranlar. Bu hayat bir fikir ve düşünce adamına sadece derin bir ızdırap verir. Çevremiz o kadar fikirden uzak, uzak olmak bir tarafa farklı olmak için kendine bir ada inşa etmiş insanlar bile öyle dünyevileşmişler ki pikniğe gitmekten, kebap yiyip, bol bol çay içmekten, meyve faslından daha neler neler… Hani bizim herşeyimizi vermek için çıktığımız maverayı efkar? Heyhat onlar da bizi “hey şunlara bak bunlar mı hakikat arayıcıları” diye alay etmek için gizliden gizliye bize baktıklarını görüyorum.
Otuz tane kitap yazdım, geçen Erzincan Üniversitesine rektör adayı olarak gittim. 21 aday vardı. Sıra bana geldi, heyetin başı benim Dicle Üniversitesi eski mazül rektörü ile bir münakaşama rastlamış, onu anlattı. Ona Eleştiri ve Roman terimleri sözlüğü kitabımı vermiştim bir hoca arkadaşın evinde. Kitap mübalağasız dünya çapında bir kitap. Aşkımdan yazmışım. Şimdi Kur’an ve Roman diye bir kitap yazmaktayım bir türlü bitiremedim. Nasıl doğsun doğduğunda boğacaklar çünkü 15 Temmuz Sayın Cumhurbaşkanını ve devleti kurtardı ama ben öyle bir boşluğa düştüm ki şimdi canı sıkılan Fetönün hayıfını bizden almak gibi, canımın ötesinde bezdim. Benim hayatımı onlara bir şey yapmadığım halde onlar mahvetti, nereye gittim ise zirü zeber etmek için ellerinden geleni yaptılar. Tam bir menfaat şebekesiydi.
Bir doktoru rektör tayin ettiler. Belli bir şey. Hiç kimse benim gibi nadir, çok yönlü entelektüeli rektör yapmaz. Bize sahip çıkacak kelli felli bir irade de yok. Şimdi diyorum bu ülkede siyaset ile liyakat ne zaman gündeme gelir? Gelmez arkadaşım gelmez. Rektör olsam ne yapardım? Parolam Osmanlıya dönelim. Osmanlı bu toprakları Selçuklu ile beraber bin yıl kardeş kardeş idare etmiş. Nasıl etmiş? Bir yanda medrese kontrolünde kültür ve din, öbür yanda adamlar atalarımız canım atalarımız bakmışlar ki herkes kale yekülü diyemez. Mevlevihane açmışlar, onun kültürünü okutup, sonra dünyanın dönekliğini, hakikatin sabitliğini anlatan Sema’yı icad etmişler. Helal olsun sana Mevlana. Sonra dergahlarda aşk-ı ilahi ile zikrullahı, tükenmez bir hazineyi manevi yapmışlar. Üstadın dediği İstanbul’da bin yerde geceleri aşk-ı ilahi ile Allah Allah sadaları ile, “Beni candan usandırdı, cefadan yar usanmaz mı” gazelleri… “Gelin Allah diyelim kalpten pası silelim” haykırışları ile yaşamışlar. Ne putları varmış ne Allah’tan başkasının huzurunda kazık vari dünyevi abid tutumları göstermişler. Sonra Mevlidi okumuşlar. “Amine Hatun Muhammed Anesi, ol sadeften doğdu ol nur tanesi.“ Osmanlıya dönelim, Mevlevihane Dergahı Mevlidhaneyi diriltelim. Çocuklarımız şu bulaşık karışık hayasız batı şarkılarından, danslarından kurtulsunlar, yoksa yıkılış ben geliyorum diyor. Çocukların adı Ahmet, Mehmet ama Josef gibi, Benjamin gibi yaşıyorlar. Gelin sayın başkan atalarımıza Osmanlıya dönelim. Her şehire Mevlevihane, dergah, Mevlidhaneler açalım çocuklarımız bizi ve atalarımızı İslamın romantizmini, musikisini ve itikadını yaşasınlar değil mi Hüseyin yılmaz.
Babam beni esnaf yapmak için çok gayret etti sonra ben orta okulda evden kaçtım, daha dönmedim. Bu millete bu dini mübini azize bir şey yapamadan bana annemin dondurma ikramı gibi geliyor başka şeyler. Anlıyor musun Hüseyin Yılmaz, ne sen mutlu olursun ne de ben. Mezar taşımıza Namık Kemal’in mezar taşındaki ikiliyi yazsınlar;
Ne Hüseyin mutlu oldu ne de Himmet
Ölüp gitsinler gelmeden cinnet.
Kırkıncı Hoca ve birkaç adam dünyevileşemedik. Ama sonra dünyevileşmek davayı, mayayı bozdu. Derinlik kaçılan bir kavram oldu, yüzeysellik ise mutluluk. Geçen saygı duyduğum bir ağabeyin huzurunda bir ders yaptım kelimelerden okyanusa gittik. Ders bitti abi bana “Himmet bunları herkes düşünemez.” İçinde bir altın malikane yıkıldı, geldiğimiz nokta bu ne yapalım.
Üzülme Hüseyin Yılmaz, biz yalnız değiliz. Akif’in gönüllü sürgünü bir cehennem hayatı, Necip Fazıl’ın da öyle ama Bediüzzaman mutlu insan. Sürgünde bile iklimini bulmuş çok özel bir gayret ulüazmane bir tavır. Çevremdekiler, ailem, çocuklarım haklı olarak dini dünya içinde bir farklı oda gibi görüyor, onlara hayatı bekledikleri şekilde yaşatacak bir tutumum yok, hem onlara yazık hem bana. Ama ne yapayım ulviyattan katı alaka edecek bir yapım yok.
Ama her halükarda mutlu olmayı becermek bir sanat. Basit şeylerle mutlu olan insanları görünce, insanın nasıl yüce şeylerle mutlu olması gereken bir ruh yapısı ile yaratıldığını anlıyorum ama ne yapsın ne yapsın. Sen de ben de bunu deneyelim olmaz ama olabildiği kadar, selamlar.