Hüsnü Bayramoğlu Ağabey, Bediüzzaman’ın çok yakınında bulunması hasebiyle birçok hususi haline ve hizmeti alakadar eden görüş ve tavırlarına şahit olmuş ve bunları çeşitli vesilelerle yaptığı sohbet ve derslerde dinleyenlere aktarmaya çalışmıştır. Bu meyanda zaman zaman anlattığı ve aşağıda nakletmeye çalıştığımız ifadeler çok manidardır:
“Üstadımız mübarek vakitlerini asla boş geçirmezlerdi. Çok şefkatli idiler. Sünnet-i seniyeyi harfiyen yaşarlardı. Risaleleri devamlı okur ve tashih ederlerdi. Üstadımız ‘Ben bu eserimi belki beş yüz defa okumuşum. Fakat şimdi yeni okuyorum gibi istifade ettim. Çünkü inkişaf-ı imaniyenin terakkisinde hudut olmadığından her okuyuşta ayrı bir iman hali zuhur eder’ buyururlardı.”
Hüsnü Bayramoğlu’nun, Ömer Özcan’a anlattığı ve Ağabeyler Anlatıyor adlı seri kitapların 1. cildinde yayınlanan ilginç bazı hatıraları bulunmaktadır. Konunun ehemmiyetine binaen, bu hatıralardan bir kısmını buraya almakta fayda mülahaza ediyoruz:
“Üstad’ımız günde iki defa yemek yer, gayet az uyur, vaktini hiç boş geçirmezdi. Lâtifesi bile derstir, çok şefkatlidir, incitmeden edebe riayet eder. Sünnete tam uyar, çok ibadet eder, Risale-i Nurları devamlı okur, tashih eder. Ziyaretçiler hizmetle alâkalı ise kabul eder. Ezan okundu mu hemen namazını kılar. Her gün kırlara gider, bize ‘Keyif için değil, temaşa için’ derdi. Kendi eseri için bazen ‘100 kere,’ bazen ‘500 kere okuyorum’ derdi bize.
‘’Isparta’da şimdi müze olan evde kalıyoruz… Üstad’ın odası ayrı, bizim odamız ayrı… Günde beş saat uyuyabiliyoruz. Bir gün Üstad rahatsızlanmış, iki saat önce kalkmış; ben de o anda uyanmıştım. Gördüm ki, Üstad’ımız bizi uyandırıp rahatsız etmeyeyim diye ayaklarının ucuna basarak sessizce geziyor! Çok şefkatli idi…
‘’Bir gün içimizde büyük bir sıkıntı var… Hiç böyle olmazdı. Sıkıntıdan sabaha kadar uyuyamadık, ‘Üstad’a gidelim’ dedik, fakat Üstad o saatte yanına kimseyi almazdı. Sonra girdik, bir baktık ki, Üstad boylu boyunca yerde yatıyor, hırıltılar çıkarıyor! Yanındaki testi kırılmış…
“Üstad bize, ‘Beni zehirlediler! Gece bekçiye verdikleri zehiri yemeğime attırmışlar. Su içince yere yıkıldım’ dedi. Baktık, Üstad Hazretleri yeşil zehiri çıkartmış. Hemen yatağı değiştirdik. Sonra, ‘Kalbime ihtar edildi, bekçiye zehir attırdılar’ dedi. Üstad 15 gün kadar zehirin tesiriyle çok sıkıntı çekti. Çok az miktarda çorba içebildi, 20-25 gün kadar sonra eski haline gelebildi.’’
“Bir gün Elâzığ’a Hulusi Ağabeyi ziyarete gittim. O zaman Elâzığ’da dershane yok. Zaten o sıralarda yalnız Urfa’da, Diyarbakır’da dershane vardı. Hulusi Ağabey üç sayfa risale okudu ve ‘Fatiha!’ dedi. Üstad,
‘Hulusi, Risale-i Nurları oralarda okumakla komünist kuvvetini durdurdu’ derdi. Demek bu, mana âleminde oluyordu. Mana âleminde atom bombası gibi tesir etmişti ki komünistliği durdurmuş…
“Risale-i Nur okumak ibadettir. ‘Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadete mukabil gelir’ hadis-i şerifinde belirtildiği gibi, Risale-i Nurlar en büyük, en hakikatli tefekkürü sağladığından okunması ibadettir. Mübarek gecelerde Kur’an okumasını bilmeyenler Risale-i Nurları okusunlar…
“Risale-i Nurları okuyanlar imanla kabre gireceklerdir. Neden? Çünkü Risale-i Nur talebelerine şübehat orduları hücum etse sarsamaz, imanını selbedemezler. Üstad’ımız bunu Birinci Şua’da bahsettiği ayetten çıkarmıştır: ‘Risale-i Nur okunan bir yerde biz beraberiz. Üç kişi bile olsa biz cemaatleyiz…’
“Bazen bana soruyorlar: ‘Bu millet böyle evlerde kitap okuyarak mı kurtulacak?’ Ben de diyorum: ‘Evet! Öyle kurtulacak. Şimdiye kadar ne kadar cereyanlar çıktı, biliyorsunuz, bakın hepsi bitti gitti, ama Risale-i Nur hizmeti katlanarak devam ediyor…’
“Üstad’ımız derdi ki:
‘’Ben talebelerimi âlem-i ervahta seçmişim.’ ‘Kardeşim! Senin bir beldede bulunman, orada Risale-i Nurları okuman, göstermen, o beldeye bedeldir.’
“Risale-i Nurları devamlı okumak, derslere daimî katılmak, tesanüdü muhafaza etmek, en mühim esastır.
“Urfa’da Emniyet’e yazdığımız ‘Bismihi Subhanehu’ ile başlayan dilekçenin hikâyesi şöyleydi: Dilekçeyi en yaşlımız Zübeyir Ağabey takdim etti. Savcı mektubun başındaki ‘Bismihi Subhanehu’yu görünce hayretle baktı ve ‘Bu ne!’ diye sordu. Sonra: ‘Bunları Elâzığ’a gönderelim’ dedi. Meğer Elâzığ dediği şey akıl hastahanesiymiş… Doktor iyi bir adammış da mâni oldu. Bizi üç metre genişliğinde, iki metre eninde, içinden lâğım akan bir odaya koydular. Kokudan ölüp gitsinler diye… Yorganın içinden başımızı çıkaramıyorduk. Sonra yanımıza suçlu bir yüzbaşı koydular, adam solcu imiş. Meğer ona ‘Nurcular orada seni keserler!’ demişler. Baktık adam bizimle hiç konuşmuyor, korkuyordu. Biz iman Kur’an’dan bahsettik, iki gün sonra konuşmaya başladı. Adam rahatlamıştı. Daha sonra oranın daha büyük amiri geldi de bizim halimizi görünce, ‘Bu ne hal! Burada insan yaşar mı?’ diye komiseri azarladı ve bizi başka yere aldırttı.
“Üstad, geceleri ibadet ve evrad u ezkârla meşgul olurdu. Her gece mutlaka teheccüde kalkar, yazın geceler çok kısa olsa bile saat birde-ikide mutlaka kalkardı. Zaten günde bir-iki saat istirahat ederdi. Teheccüde bizi zorla kaldırmaz, ‘kalk’ demezdi; ama hizmetine baktığımızdan sobayı yakacağız, çay yapacağımızdan mecbur kalkardık.
“Üstad’ın iki dersi vardı: Biri sabah, diğeri ikindi namazından sonra… Ders dediğim, birkaç sayfa risale okuyorduk. Üstad devamlı Risale-i Nur okur veya tashih ederdi.
“Günlük hayat olarak hizmet-i imaniye cihetiyle gelen ziyaretçileri bazen yanına alıyor, bazen de ‘Bugün hastayım, dışarı çıkmayacağım, hizmetle alâkalı bile olsa kimseyi almayın’ diyordu. Diyelim bir saat sonra birisi geliyor, illâ ısrar ediyor Üstad’ı göreceğim diye. İfadesini alıyoruz. Anlıyoruz ki bu zat çok uzaktan gelmiş; bir maksat için, Üstad’dan bir yardım, bir dua için gelmiş, maddî manevî ihtiyacı karşılığında gelmiş. Üstad hissediyor, ‘Ben dünyaya cevap veremediğimden ancak Allah için, hizmet için gelenleri kabul ediyorum; bunları gelenlere anlatın’ diyordu.
“Üstad’ımız günlük hayatında bazen hasta olurdu. Normal hasta bile olsa bazen ruhu daralır, çok daha fazla hasta olurdu; ıstırap, acı çekerdi. Mesela bir gün çok hasta oldu, ‘Mutlaka çok mühim bir mesele var, araştırın bakalım ne var, ne havadisler var…’ dedi.
‘’Biz gittik, haberleri öğrendik, bir şey yok. Emirdağ’dayız. Ertesi gün Çalışkan Ağabeyin dükkânına vardık ki, ‘Bir haber var’ dedi. ‘Mısır’da Abdünnâsır ihtilâl yapmış, İhvan-ı Müslimîn’den çok kimseleri öldürtmüş.’ Bakın Üstad bunun ıstırabını hissediyor ve çekiyordu. İslâm âlemiyle alâkadardı. Anadolu’da bir Nur talebesine hücum oldu mu Üstad hissederdi.
“Üstad’ımız Emirdağ’da iken bir gün beni yoğurt almaya, Zübeyir Ağabeyi de başka şeyler almaya gönderdi. Zübeyir Ağabeyle beraber çıktık. Ben yoğurdu aldım, dönüşte Mehmet Çalışkan Ağabeyin dükkânına uğradım. Çalışkan Ağabey, ‘Zübeyir Ağabey getirdi, bu ilâç Üstad’a gidecek, götürüver’ dedi.
‘’Üstad ilâç kutusunun içindeki tarifeyi okutturdu, ‘Bir tane içeyim’ dedi. Bir tane hap aldı, diline koydu; fakat su gidiyor, ilâç gitmiyor…
‘’Ne kadar su içtiyse ilâç bir türlü aşağı inmedi… Ben şaşırdım tabiî. Üstad hapı çıkardı, ‘Bunda bir iş var! Nereden alınmış bu? Çabuk araştırın!’ dedi. Baktım Zübeyir Ağabey yeni girdi, daha ilâcın parasını vermemiş. Çalışkan Ağabeye ‘Bunun parası verildi mi?’ Geri döndüm, Üstad ‘Demek ki bu yüzden içememişim!’ dedi. Üstad Hazretleri çok hassas ve mükemmel bir insan olduğundan yazdığı şeyleri yaşıyordu…
“Bir gün de Isparta’dayız, kerli ferli bir adam geldi, kapıda bekliyor… Büyük bir şapkası var… Biz bundan şüphelendik, ama adamı bir türlü geri çeviremedik. İllâ, ‘Ben gireceğim. Üstad’a söylemiyorsunuz; söyleyin, beni alır’ diyor, bir türlü gitmek istemiyordu. Neyse Üstad, ‘Gelsin’ dedi. Biz de hayret ettik. Biz adamın şeklinden şüphelenmiştik, Üstad’ın yanına sokmak istemiyorduk. Artık çantasını aldık. Şapkasını ayakkabılarının üzerine koydu, girdi Üstad’ın yanına. Üstad’ımız herkese olduğu gibi adını, memleketini sordu. ‘Çoluk çocuğun var mı?’ diye aile hayatını sorduktan sonra, ‘Namaz kılıyor musun?’ dedi. Adam ‘İşte hocam… Filan…’ Adamın namaz kılmadığı anlaşıldı. ‘Sen farz namazını kıl, namazını kılarsan çalışmaların da ibadet olur’ dedi.
“Hem Üstad’ımız, ‘Benim Risale-i Nur diye eserlerim var, sen bu eserleri okursan talebem olursun, talebem olunca da benim ve bütün talebelerimin dualarına hissedar olursun. Ailenle de hanende okusan, bu eserlerin neşrine çalışsan sana dua edeceğim’ dedi.
“Baktık adamın içine bir ateş düştü. ‘Hocam bana bir tane kitap ver’ dedi. Üstad’ın yanında kitap var, ama vermiyor. ‘Bunlara söyle, adres verirsin, sana verirler’ dedi. O sıralarda da yeni harflerle neşriyat başlamıştı. Neyse bu zata, ‘Risale-i Nurların ehemmiyetinden, insanın bu dünyaya gelişinin gayesinden, iman ve ibadetle mücehhez olan bir insanın dünya ve ahiret saadetine nail olacağından…’ bahsetti. Sonra dışarı çıktık. Adamcağız pır dönüyor, ‘Bana bir kitap verin’ diye yalvarıyordu. Ama biz kitap vermedik. ‘Anladım ben, bu şapkayı giymek zararlı, ben bunu atıyorum şimdi’ dedi.
“Bu adam 15 dakikada Üstad’ın yanında nasıl değişmişti… Üstad bize diyordu ki: ‘Benden keramet istemeyin, en büyük kerametimiz Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur’u okuyan veya dinleyen en muannit dinsiz feylesof bile olsa, dünyaca en yüksek bir âlim de olsa ya kabul edecek veya sükût edecek; çünkü Risale-i Nur’a itiraz mümkün değil. Onun için en büyük kerametimiz Risale-i Nur’dur.’