İnsandaki “zan” diğer bir ifadeyle “sanmak” duygusu insanın münderecatına ve müktesebatına; yani insanda var olan sistemlerin içine, Allah tarafından yerleştirilmiş ve kodlanmış bir duygudur. Bundan kaçınmak mümkün değildir. Zandan kaçış mümkün olmadığına göre, o halde zan yönetimini nasıl yapmalı ve bizi hem dünyada hem de ukbada hasara uğratacak haletlerden nasıl kaçınmalıyız? Önemli olan bu sorunun doğru cevabını bulmak ve zan yönetimini iyi yapmaktır.
Öncelikle “zan” duygusu kesin hüküm olmayan durumlarda meydana gelen bir duygudur. Kesin hüküm olmayan bir durumda insan iki seçenekle karşı karşıya kalır ve cüzi iradesini kullanarak bir hükme varır. Ya bu hükümde hata eder suizanna düşer ya da isabet eder hüznü zannı ihtiyar etmiş olur. Suizan kesin hüküm olmayan bir şeyde kötü, karamsar, hissi, yanlış saiklerle davranarak yorum yapmak ve bu hissi galiple suizan batağına düşmektir. Böyle bir durumda insan, genellikle klasik bir örnekle, bardağın boş kısmına odaklanır ve dolu tarafını hiç görmez.
Tersi bir durumda ise insan, hissi galibini bardağın dolu tarafına kanalize eder ve işin iyi tarafını görerek iyi yorumlamaya odaklanır.
Cenab-ı Hak aşağıda zikredilen Ayet-i Kerimede birinci faktör olarak “zan” ikinci faktör olarak “tecessüs” kavramlarını zikretmiştir. Tecessüsün ikinci planda zikredilmesi ise gayet manidardır. Zira insan önce zan duygusunu iyi kanalize edemeyip suizan bataklığını düşerse, o zaman ardından “tecessüs” gelmekte ve suizan ile insanların kusurlarını, özel hallerini, gizli sırlarını araştırmaya başlamaktadır. Bu davranış biçimi ise insanı telafisi çok zor olan yanlış davranış biçimine sürükleyerek, kul hakkına girmesine neden oluyor.
Zan konusunda bize düşen hüsnü zan etmektir. Yani zan yönetimini, yine Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, “Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır” kaziyesine göre sürdürmeliyiz. Zan yönetimini böyle yapamayan insan, kendi dünyasında hâkim olan karamsar ve olumsuz duyguların galip gelmesiyle yaptığı suizanları her tarafa teşmil eder, yayar. Zira insanı su-i zanna sürükleyen en önemli sebeplerden birisi, kendi mizacının, karakterinin ve ahlâkının bozukluğu veya yaşadığı hayat tarzının ya da standardının çarpıklığıdır.
Cemal Doğan kardeşimin dediği gibi, “İnsan, psikolojik bakımdan içe dönük ve karamsar bir hâle düştüğünde; kendi iç dünyasında hayâl ettiği karamsar tabloları dışa aksettirmek ister. Diğer bir tabirle insan, İçindeki karamsar hallerin verdiği ruh psikozu ile bütün insanları da kendisi gibi görmek ister. Bunda bir nevi kendi karamsarlığını başkalarına yaşatma düşüncesi yahut kendi hâlini başkalarında da görüp avunma psikolojisi vardır. Bu hâle düşen birisi, dış âleme intibak edemeyişin bâriz misâlini yaşayarak mistik bir edayla meseleyi perdelemek ister. Bu onu daha da çıkmazlara sürükler. Neticede benliği ile dış yapı arasında sağlıksız sentezlere götürerek içinden çıkılmaz bir duruma düşürür.”
Cemal Doğan’ın bu tespitinin zıttı da doğrudur. Yani enfüsi âlemiyle; yani iç dünyasıyla barışık olan insanların, afaki âlemle; yani dış dünyasıyla da barışık olduğu bir vakıadır. Bu bağlamda her şeyin müspet yönlerine odaklanıp müspet hareket edenlerin dış âlemdeki her şeyle; yani insanlarla, hayvanlarla hatta bitkilerle çok iyi münasebetler içinde olduğu görülmektedir. Tersi de doğrudur. İç dünyası bozuk olan insanların, dış dünya ile de arası bozuk olur ve hep menfi hareketler sergiler. Bu anlamda düşünceleri ve zanları da menfi olur. Diğer insanlar hakkında menfi düşüncelere sahip olabilir. Diğer insanlara karşı menfi düşünceler ve zanlar besleyen insanlar, kendilerini mükemmel ve başkalarını nakıs görürler. Bu hal insanı kibre ve gurura sevk eder. Adeta Karun gibi, Firavun gibi, Nemrut gibi enaniyetin şahikalarında kulaç atarlar.
Sizi bilmem ama bendeniz elimden geldiği kadar Müslüman kardeşlerimi kendimden üstün görmeye çalıştım. Bu düşüncemi ise Bediüzzaman’ın “Evet insan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden, takbih etmesin” sözüne dayanarak benimsedim.
Bu bağlamda hikmetini bilmediğim ve yanlış hükümler çıkarılabileceğimi düşündüğüm zanlardan ve söylemlerden uzak durmaya çalıştım. Ayrıca Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların ciddi bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini de araştırmayın.” (Hucurât Suresi, 49/12) buyurarak, bizi hem “zan”dan hem de “tecessüs”; yani insanların özel sırlarını bir casus gibi araştırmaktan men ediyordu. Bu da bizim hüsnü zanna memur olduğumuzun resmiydi.
Bu düşüncem ve hüsnü zannım FETÖ vakasına kadar sürdü. Ne zamanki bu dinî cemaat görüntüsü veren topluluğun ihanetleri ve 15 Temmuz darbe girişimi vuku buldu; bu zannımı sorgulamaya başladım. Demek ki, hüsnü zannın ve başkalarını kendimizden üstün görmenin de bir sınırı olmalıymış. Yani bu konuda da, her konuda olduğu gibi, ifrat ve tefritten içtinap edip, vasatı yakalamamız gerekiyor. Bu da oldukça zor bir haleti ruhiye doğrusu. Bizler zaman zaman ya ifrat ya da tefrit bataklığına dalabiliyoruz. Bu da bizim ruh dünyamızı alabora ederek çeşitli ruhsal sendromlara sürükleyebiliyor.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, insan, fıtratına uygun bir şekilde hüsnü zanna memur olmalı ve hikmetini bilmediği konular hakkında insanlara suizan yapmamalıdır. Yine insan, suizannın sebep olduğu tecessüs; yani insanların hatalarını, kusurlarını ve mahrem sırlarını gereksiz bir şekilde araştırmamalı ve sair insanlar nezdinde ve Allah katında kerih görülen insanlar arasına girmemelidir. İnsan hem Allah’a hem de mümin kardeşlerine karşı hüsnü zanda bulunmalı ve onların aleyhinde kötü düşüncelerin sebep olduğu çekiştirmelerden uzak durmalıdır. Unutulmamalıdır ki, Allah bize, O’na yaptığımız suizan veya hüsnü zan ölçülerine göre muamele edecektir. Ancak “hüsnü zan; adem-i itimat” yani insanlar hakkında iyi düşünmek gerekirken, güvenmediğin insanlara da çok fazla itimat edip; onlardan sudur edebilecek ve hayal kırıklıkları oluşturacak haletler yüzünden hayatı zehre çevirmemek gerekir.