“Doğrusu, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.“ (Tin suresi;4) buyuran Yüce Yaratıcı insanoğluna Eşref-i Mahluk olma payesi ve şerefini lütfetmiştir. Nev-i beşer içinde insanların en şereflisi ve efendisi Peygamberler (as) ve varisleri olmuşlardır. Peygamberler ve varisleri vazifelerini bihakkın yapmış fakat ayetin ifadesiyle “Andolsun bunu, insanların öğüt almaları için, aralarında çeşit çeşit şekillerde anlatmışızdır; ama insanların çoğu ille nankörlük edip diretmiştir.“(25;50)
İnsanoğlu ilahi mesajlara kulaklarını tıkamış veya onları değiştirmiş kendi heva ve hevesine uygun hale getirmiştir. İnsanların zulmet üzerine zulmet yaşadığı, M. Akif’in ifadesiyle “Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi“ diye ifade ettiği, güçlü olanın haklı olduğu, mazlumların ezildiği, soy ve akrabalık bağlarının kutsandığı, kadınların horlanıp aşağılandığı, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, merhamet, adalet ve şefkatin unutulduğu karanlık ama kapkaranlık bir dönem yaşayan insanoğlu çaresiz iken, Allah merhamet etmiş, dünyalarını aydınlatacak, ahiretteki ebedi hayatlarını kurtaracak, haklının güçlü olduğu, kadınların hak ettiği değeri gördüğü, bırakın kız çocuklarının diri diri gömülmesini yasaklamayı onları, babalarının gönlünün de baş tacı ederek, rahmetin, adaletin, insanlığın ve kardeşliğin menba-ı olarak Kuran-ı Azim-ü Şanı indirmiş model olarak Resul-i Ekrem Hz. Muhammed’i (SAS) görevlendirmiştir.
O’nun (sas) getirdiği kutlu beyanlar, cahiliye döneminin bütün olumsuzluklarını bertaraf etmiştir. O dönemi aydınlattığı gibi asırlarca insanların kendisini güvende hissetmesini sağlamış, insanlığa huzur kaynağı olmuş, günümüz deki sosyal, ekonomik, psikolojik çalkantılarında çözümü için yegane merci ile yek başvurulacak kaynak olarak hale taptaze, dupduru, berrak bir ab-ı hayat olarak durmaktadır.
Ne zaman ki O hakikatler ve kutlu beyanlar kültür halini almış ise düşünceler karmaşıklaşmış, duygusal sapmalar olmuş, Müslümanlar yalancı mumların peşinde koşmuş bu durumda sadece hüsran görmüş, umutsuzluğa kapılmış yaraları daha da derinleşmiş, sosyal çöküntünün yanında psikolojik çöküntüler yaşamış ve yaşamaktadırlar. Bu durum marjinal düşünceleri ve akımları güçlendirmiş, yaşamı önceleyen değil, ölümü önceleyen, İslam içerisinde görünüp İslam’ın ruhuyla bağdaşmayan gruplar ortaya çıkmıştır. Tamda burada Üstad Hz.’lerinin enfes cümlesiyle formüle ettiği “Bizler Muhabbet Fedaileriyiz, Husumete Vaktimiz Yoktur“ demeli bu ölümü önceleyenlerin önüne aşılmaz bir duvar gibi durmalıyız.
Bir düşünelim ne farkı var cahiliye dönemiyle bizim yaşadığımız bu asır arasında; güç olan haklı değil mi, çocuklar gene diri diri binaların altına gömülmüyor mu, mazlumların hali gene ortada değil mi, kadınlar o zamandakinden daha kötü durumda değil mi her taraf gene kan revan içinde değil mi.
Yaklaşık yüzyıldır Ulus devlet anlayışının Müslümanlara dayattığı ırkçılık zihniyeti zirvede değil mi? Anti parantez olarak bu hastalık şu andaki Türkiye’nin temel sorunun sebebi olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Kemalizm’in ulus anlayışı laiklik ve Türkçülük gibi iki unsura dayanıyordu. Anadoluda Müslümanlar laikliğe karşı direnç gösterip bedel ödediler. Fakat çoğunluk Türkçülüğün dayatılmasına aynı tepki göstermedi. Hatta neredeyse bazı cemaatler ve dini gruplar bunu kabullenmek bir tarafa sistemlerine dayanak yapıp ona göre şekillendiler.
Bu durum başka bir kesim üzerinde aksül amele sebep oldu. Muzdarip oldukları bu durumdan kaçarken onlar da o hastalığa tutuldular. Bu hastalığı yüzyıl önce fark etmiş ve reçetesini yazmış Bediüzaman’ın sesine kulak verilmesi elzem hale gelmiştir. “Evet menfî milliyetçiliğin, tarihte pek çok zararları görülmüş. Mesela Emevîler, bir parça milliyetçilik fikrini siyasete karıştırdıkları için, hem diğer İslam milletlerini küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. (… ) Şimdi ise, birbirine en çok muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi baskısı altında ezilen İslam milletleri içinde, milliyetçilik fikriyle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman gibi görmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez!” (26. Mektub, 3. Mesele)
İstanbul’da bulunan bazı Kürdler’e hitaben 1908’de yaptığı bir konuşmasında ise şöyle diyordu
“Bizim düşmanımız cehalet, yoksulluk ve ayrılıktır. Bu üç düşmana karşı sanat, bilim ve ittifak (birlik) silâhiyle cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette uyanık olmaya ve ilerlemeye sevkeden hakikî kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup elele vereceğiz. Zira düşmanlıkta fenalık var, düşmanlığa vaktimiz yoktur.”( Tarihçe-i Hayat)
İsteyenler Münazarat, 29. Mektub, 6. Kısım, 26. Mektub, 3. Mesele, 14. Şua, Afyon Mahkemesi Müdafaası, Tarihçe-i Hayat, Hutbe-i Şamiye Risalerine başvurabilirler.