Bediüzzaman 1907’de İstanbul’a gelir. Doğduğundan itibaren ilk otuz yılı Van dolaylarında geçmiştir. Kendini yeterli hissettiğinde memleketin ilmen geri olduğunu görmüş ve çareler düşünmüştür. Horhor’da iptidai düzeyde okulunun derslerini o dönem hem talebeleri hem arkadaşlarına anlatır. İstanbul’a rical-i devletten makam para, mansıb, görüntü istemez münhasıran istediği bir eğitim kurumu gelir: Şarkın çok dilli çok kültürlü yapısında ileride doğacak sorunları giderecek bir eğitim kurumu, din ile fen ve sanat ilimlerini bir arada okutacak bir eğitim kurumu Medreset üz Zehra.
Bu niyetle dönemin valisinin bir tavsiye mektubu ile İstanbul’a gider, ama ondan önce kendini ve düşüncelerini ortaya koymak için bir han odasında her soruya cevap vermek gibi bir iddia ile geleni gideni tatmin eder ve hayrete düşürür. Bediüzzaman ünvanını bihakkın elde eder. Yoksa o devirde şarktan imparatorluğun payitahtına gelen bir mollayı kimse kaale almaz. Ama bu ünvanı iktisap edince kimsenin diyecek bir şeyi yoktur, akademik koninin tepesine çıkmıştır bir anda. Herkesin parmakla gösterdiği bir insan olmuştur. Giyimi, kuşamı, konuşması, yürüyüşü, ilme hakimiyeti ile tamamen orijinal bir insan İstanbul’da dolaşmaktadır. Müşirül bin benam olmuştur.
Otuz Bir Mart vakası ortaya çıkar, patlak verir. Yıkılışa doğru giden imparatorluğun çöküşünü hızlandırmak için dışarıdan tasarlanmış bir harekettir. İngiliz ve emsali sahibi mefsedetler imparatorluğun elden gitmesi için “din elden gidiyor” cümlelerini piyasaya sürerler. Dini hisleri yerinde ama mantık mahkumu insanlar bu yaftaya kanar, sokağa dökülürler. Asker isyan eder. Bediüzzaman olayları yatıştırmak için İstanbul’da büyük gayretler sarfeder. Ama kaderin görüntüsü idamla yargılanır, güya tahrikçidir. Bunu adam asmakla elbise asmanın farkını görmeyen şaibeli bir heyet-i hakime yapar. Ama Bediüzzaman büyük bir hitabet ve meharetle idamdan kurtulur, “zalimler için yaşasın cehennem” diyerek mahkeme mevkiinden arkasında bir kalabalık insan gurubu ile birlikte yürür.
İstanbul’a gelmiş kendini isbat etmiş, başına büyük bir gaile açılmış, o kendini kurtarmıştır. Oradan Şam’a gider. İmparatorluğun o dönem en büyük ihtiyacı ümittir ama bizim tarihimizde ümitsizlik dönemleri vardır. Fetret devri gibi, gerileme devri gibi. Ama hiçbir zaman o dönemdeki kadar büyük ve umumi bir ümitsizlik olmamıştır. Namık Kemal ondan önce ümitsizlik duygularına pirim vermemiştir. Midilli’de sürgünde iken bile, “İmparatorluk battı” diyenlere “bu millet kendini birgün kurtaracaktır” diye ümid aşılar.
Bediüzzaman Avrupa’nın trajediler sahnelediği özellikle İstanbul’u bu sahnenin büyük salon gibi kullandığı dönemde oyunları hisseder ama yapılacak bir şey yoktur. Hutbe-i Şamiye’de bir nesil portresi vardır. Ne kadar siyasi reçeteler öne sürerseniz sürün, eğer bir nesil üretilmemişse yeni bir nesil yoksa buna hiçbir devlet dayanmaz. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet bir nesil üretememiştir. Ortadaki nesil elbiseler giymiştir, fesi çıkarmış, redingot giymiş, sonra şapka takmış arkasından fötr şapkada karar kılmıştır. Ömürleri de bu aksesuarlar kadar olmuştur.
Bediüzzaman giyim ve kuşamın kurtarıcı olmadığını seksen yıl giydiği elbisenin bir derviş, bir serdengeçti kılığı olması ile “beyler benim kılığım sizin sisteminizi ele vermiyor mu, giyim kuşamla olmaz” der veya demek ister. Cumhuriyet kurulmuştur, meydan sineması gibi kavak direkler üstünde valilikte “bu sarık bu başla beraber çıkar” der. O hala hiçbir şeyinden taviz vermeyen bir büyük adamdır. Bu adama hayret etmeyenin hayreti lügatteki kelimedir.
İstanbul’da yaşadıkları orta yerde o Şam’a bir hasta toplumu kurtarmak için gider. İstanbul ona artık imparatorluğun siyasetle yönetilemeyeceği kararını verdirmiştir. Şam Hutbesi bir siyasi vesika değildir, yeni bir iklim ve nesil arayışının vesikasıdır. Hutbe-i Şamiye bir büyük reçetedir. Öyle dengeli bir sistem teklifidir ki, bozulmuş insanı ve toplumu tahlil eder, yeni insanın tipini hatta karakterini çizer. Bir teşhis, bir tedavi, bir yol haritasıdır.
Hastalığın tesbiti…
Karakterin ortaya konması için gerekli ameliye…
Karaktere yeni bilgiler ve bakış açıları verme…
Sanat, fen, din, ilim, estetik…
Bütün bunlar Hutbe-i Şamiye reçetesinde vardır. Anatomiden, astronomi, biyoloji ve tıptan hareketle güzelliğin kainatın asli gayesi olduğunu söyler. Bunu söyleyen estetik tarihinde bir filozof yok. Bakın görebilir misiniz o acayip kılıklı molladan çıkmış bu cümleler. Cami onun ile yeni bir misyon meydana getirmiştir, sosyolojik reçeteler ve uygulamalar…
O Hutbe-i Şamiye’yi okumaya giderken imparatorluğun payıtahtında Osmanlı ile birlikte İslam dünyasının neden geri kaldığını etüd etmiştir. “Ben hayatı içtimaiye mektebinden ders aldım” der ve bu düşünülmüş ve zihninde organize edilmiş meseleler ile Şam’a gelir. Orada konuştukları birden bire varılan sosyolojik bahisler değildir. Hutbe-i Şamiye bizim başı ile sonu ile her dönemimiz için büyük bir çözülme devri ve kurtuluş vesikasıdır. Bugün hala anlaşılmamış ve işlenmemiştir. Türk fikir ve düşünce, hatta sanat ve estetik erbabı bir türlü bu şahsın eserlerindeki realiteleri görmemekte direnmektedir. “Belki bir gün geleceksin lakin vakit geçmiş olacak.”
Otuz yıllık doğudaki hayatı ve İstanbul’daki buhranlı günler ona Hutbe-i Şamiye gibi nutkun, vaazın, reçetenin okunması gereğini vermiştir. Yani o Şam’a milleti islamiyenin hutbe mevkii -dinde de böyledir, Osmanlı’da da böyledir.- Onun hayatında tesadüflerin yeri yok, her şey yerinde zamanında yapılmıştır, ilahi bir proje ve harita onun önüne bir şekilde konulmuş, ona dolaş ve misyonunu ortaya koy denmiştir.
O kadar büyük hadiseler içinde o bir kurtarıcı olarak dolaşır ve kurtarıcı reçetelerini ortaya koyar. İşte Hutbe-i Şamiye çözülmüş insanın ve İslam dünyası ve Osmanlı’nın gözlemlerle tesbit edilen hasta haline bir reçetedir. Buyurun beyler eczaneye.