Hutbe-i Şamiye'deki hürriyet vurgusu

Risale Akademi'nin düzenlediği, 100. Yılında Hutbe-i Şamiye Işığında İslam Dünyası konulu 1. Arama Konferansı'ndaki Levent Bilgi'nin tebliği

Risale Haber-Haber Merkezi

Risale Akademi'nin düzenlediği, 100. Yılında Hutbe-i Şamiye Işığında İslam Dünyası konulu 1. Arama Konferansı'ndaki Levent Bilgi'nin tebliği...

Osmanlının Son Dönemlerinde Hürriyet Düşünceleri
 
Osmanlı Devletinin gerileme ve çöküş yıllarında kurtuluş reçeteleri arayışları hem devlet, hem düşünürler, hem de ulema arasında son derece yaygınlaşmıştı. Özellikle on dokuzuncu yüzyıldan itibaren Batı ile olan irtibatlar artmış, önceki hayranlıklar ve taklitçilikler yerini yavaş yavaş daha sağlıklı değerlendirmelere bırakmaya başlamıştı.
 
On sekizinci yüzyılın sonlarında ve on dokuzuncu yüzyılda pek çok aydınımız Avrupa’ya gitme ve orada eğitim imkanı bulmuşlardı. Bunların bir kısmı Batı’nın zevk ve sefahatinde kaybolup giderken, bir kısmı ciddi eğitimler görmüş, aldıkları fikirleri basın ve yayın yoluyla Osmanlı içinde yaymaya çalışmışlardı. Bu arada Osmanlı toplumunda Batı kaynaklı pek çok düşünce tartışılır olmuştur. Bu görüşler arasında benzerlikler olduğu gibi ciddi farklılıklar da vardır. Ama hemen hemen hepsinin ortak özelliği kendilerine göre Osmanlı Devleti’ni düze çıkarma, çöküşten kurtarma ve toplumun problemlerine çare bulma arayışlarıdır.
 
Bu dönemlerde yaygınlaşan gazeteler ve dergilerde, günümüzde hâlâ tartışmaları devam eden hak, hürriyet, adalet, eşitlik, hilafet, saltanat, istibdat, demokrasi, ululemre itaat, muhalefet hakkı, meclisin yetkileri, seçim tarzı, meşrutiyetin Osmanlı toplumuna uygunluğu, kadın hakları, eğitim, din, ilerleme, geri kalma sebepleri gibi pek çok konu aydınlar ve ulema tarafından tartışılmış, yazılıp çizilmiştir. Bu dönemlerde bugün de canlı yansımalarını bulduğumuz Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük, Kürtçülük, Masonluk gibi pek çok ideolojik yapılanmanın temelleri atılmıştır.
 
Bunlardan; Said Halim Paşa, Beşir Fuat, Ali Suavi, Şeyhülislam Musa Kâzım, Mehmed Seyyid, İsmail Hakkı İzmirli, Prens Sabahattin,  Ahmed Hamdi Akseki, Muhammet Abduh, Mizancı Murat, Ziya Paşa, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Mehmet Akif, Tevfik Fikret, Cemalettin Afgani, Namık Kemal  gibi pek çok isimler, hürriyet hakkında ortaya çıkan fikir ve ideolojileri ele alıp değerlendirmiş ve kendi düşüncelerini ortaya koymuşlardır.  
 
Said Halim Paşa’ya göre Hürriyet; insanoğlunun hakikati arama ve adaleti gerçekleştirme yolundaki çalışmalarının bir meyvesidir. Said Halim Paşa, hürriyetin derecesi ile manevi ve fikri ilerleme arasında paralellik kurar. Sarf edilecek gayret oranında hürriyetin derecesinin yükseleceğini belirtir. Doğu-Batı dünyasını kıyaslarken; Avrupa'nın putperestlikten Hıristiyanlığa geçtikten sonra da hürriyetlerine kavuşamadığını ve ruhbanlık ve asillik imtiyazına sahip kesimler tarafından baskı altında yaşamaya devam ettiğini belirtir. Verdikleri mücadele sonucu, Batı için hürriyetin sosyal zincirleri kırma ve kölelikten kurtulma anlamına gelmesine rağmen, çağdaşları olan İslam toplumu için böyle bir durumun söz konusu olmadığını bildirir. Yine bu dönemde yaşayan Müslümanların daha müsamahakar olduklarını, adalet sahibi ve hürriyet sever olduklarını ilave eder. (1)
 
Sait Halim Paşa’ya göre; İslamiyet, birtakım zümrelerin, kendi heves ve çıkarları için uydurdukları ve içlerinden bazılarına, insanüstü kudretler yakıştırmak suretiyle, insanları sindirip, onların üzerinde siyasi, sosyal ve ahlaki baskılar kurdukları yalancı hakimiyetlerin saltanatına ebediyen son vermiştir.
 
İslamiyet insana şunu öğretmiştir: Hakimiyet demek, ahlaki gerçeklerin ve sosyal adaletin tabii koruyucusu olan İlahi kudretin, yani ilmin, aklın ve hikmetin hayata hakim olması demektir. Bu İlahi kudret, Şeriat'tır. (2)
 
Şeyhülislam Musa Kâzım hürriyeti; azadelik, azade olma olarak tarif ettikten sonra bu azadeliğin bütün kayıtlardan azade anlamına gelmediğine dikkati çeker. Mutlak hürriyetin hiçbir yerde olmadığını, mükellefiyet ve sorumlulukların böyle bir duruma imkan vermediğini izah eder. Kainattaki her şeyin belli bir mükellefiyetle kayıt altına alınmış olup, belli mükellefiyetlerle bağlı olmalarını, mutlak hür olmanın imkansızlığının delili olarak gösterir. "Her mahluk behemehal kendi üstünde bir amirin emrine, bir müessirin tesirine tabidir ve bu da tabii ve cibilli bir durumdur. “O'nu hamdederek tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” mealindeki İsra Suresinin 44. ayeti ve benzeri pek çok ayetin buna işaret ettiğini, Sırat-ı Müstakim'deki yazısında dile getirir. (3)
 
Hürriyeti, İslamiyet'in esaslarından biri olarak gören Musa Kâzım, hürriyetin sınırlarını, başkasının hakkına tecavüz etmemek kaydıyla her şeyi savunup veya karşı çıkma hakkına sahip olma  olarak tesbit eder. İnsanlık ve medeniyetin olgunlaşmasını ve yükselmesini sağlayan, ulvi hürriyettir. İnsanlar başkasının hakkına tecavüz etmemek kaydıyla, kimden gelirse gelsin her türlü haksızlığa karşı koyma hakkına sahiptirler. İslam dininin bahşettiği bu hürriyet sayesinde, Müslümanlar arasında haksız muamelelere fazla rastlanılmadığı, sıradan insanların haksızlığa uğradıklarını zannettikleri anda, bizzat Peygamber Efendimize (asm) veya halifelerine sorup açıklama isteme hürriyetine sahip olduklarını belirtir. (4)
 
Ahmed Hamdi Akseki, hürriyeti İlahi bir mevhibe olarak telakki eder. Serbest düşünebilme, serbest söyleyebilme, serbest hareket etme hakkına sahip olma keyfiyeti olarak tanımlar. Bunun sınırlarının ise sadece başkasının hürriyeti olduğunu belirtir. Hayatın her insan için tabii bir hak olması hasebiyle, onu muhafaza edebilmek için hür olmanın tabii olduğunu ifade eder. Hür olmayan insan, hayatını muhafaza edemeyeceği gibi, nefsini kemale ulaştırma gayesine de ulaşamaz. Akseki, hürriyeti; faziletin esas temeli, tekliflerin mercii olarak gösterir. Ayrıca hürriyeti; şahsi hürriyet, medeni hürriyet, fikir hürriyeti, söz ve yazı hürriyeti, temellük ve tasarruf hürriyeti, siyasi hürriyet şeklinde sınıflandırmaya tabi tutar.
 
“Akseki, Gaşiye Suresinin 21-22. ayetlerini “Sen tebliğe memursun, vicdanlar üzerinde mütehakkim değilsin” ve Maide Suresinin 105. ayetini “Siz kendinize bakın, siz iyi ve doğru yürüdükçe başkasının kötülüğü ve sapıklığı size zarar vermez.” delil göstererek, vicdan ve itikad hürriyetinin güvence altına alındığını ifade eder. "Hak sahibi için söylemek salahiyeti vardır", "En büyük cihad, zalim bir hükümdarın huzurunda söylenen hak bir sözdür" mealindeki hadislerin rey ve beyan hürriyetlerini; "İyi yapan kendi faydasına, kötü yapan da zararınadır" mealindeki bir çok ayet ve hadislerin de hareket hürriyetini tesbit ettiğini ilave eder. (5)
 
Din ve mezhep hürriyeti hakkında da şu görüşlere yer verir: "İslam'ın mühim esaslarından biri de din ve mezhep hürriyetidir. İslam bunu en sarih bir surette tespit ederek başka din ve mezhepte olanlara gayz ve taassup göstermeyi yasak etmiştir. İslam'ın talim eylediği esaslara göre insanların akıl ve muhakeme, din ve mezhep hususundaki ayrılıkları, Allah'ın yüksek hikmeti iktizasındandır. Binaenaleyh dini talim ve neşrederken bile vazifemiz, yalnız hakkı söylemek, hakikati anlatmak olup, başka din ve mezheptekilere darlık vermek, tazyik yapmak ve zor ile din ve mezheplerini değiştirmek değildir. Esasen din ve mezhep hürriyeti; fikir, vicdan ve itikad hürriyetinin bir neticesidir. Fikir ve vicdan hürriyeti, din ve mezhep müsamahası, İslam'da dini bir emir olduğu içindir ki, Müslümanlar vicdan hürriyetine riayet etmiş, başkalarının itikad ve ibadetlerine hürmet etmiş ve ilim sahasında dini, mezhebi münakaşalardan çekinmemiştir. Yurtlarını istila etmek, hürriyet ve istiklallerini ellerinden almak, din ve ahlaklarını bozmak fikrinde olmayan bir milletle, dini ne olursa olsun, adalet ve müsavat içinde kardeş gibi geçinmek, Kur'an'ın emirlerindendir. Kur'an düşmanlara karşı bile adalet dairesinden dışarı çıkılmamayı emreder (Maide 5/8). (6)
 
İsmail Hakkı İzmirli ise, İslam'ın kadına verdiği hak ve hürriyetlere değinerek; erkek ve kadının aynı gaye için yaratıldığını belirtmiştir. Zariyat Suresi 56. Ayetin  “Ben cin ve insan türünü ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”, kadın ve erkeğe aynı gayeyi gösterdiğini, her iki tarafın ilim öğrenmekle mükellef olduklarını belirtir. İzmirli; "Ailenin yapısı esir (olan kadın) ve emir (olan erkek)den meydana gelmiş değildir. İki hayat ortağından oluşmuştur. Erkek kadının hayatta iradesini öldüremez, dimağını ezemez, şeriatın bahşettiği hakları istemede ve vazifelerini yapmada hürriyetini kısıtlayamaz. Bununla beraber kadının hürriyeti, iş ve hakların bütününde erkeğe eşit olması demek değildir. Erkek gibi adabı muhafazada orta yolu tutmak, kötülükten uzaklaşmak, haramdan kaçınmak şartıyla hareket ve davranışlarında serbest olması demektir." şeklindeki ifadelere yer verir. (7)
 
Ali Suavi’de "Devlet-i İslamiyyede Şer' ve kanun, sultan ve halifeden a'ladır. Hükümet şer' ve kanun namınadır" diyerek istibdada şiddetle karşı çıkmaktadır. Bir insanın, hangi sıfatla olursa olsun, diğer insanlar üzerinde mutlak hakimiyet kurmasını şiddetle red eder. Bu iddiada bulunanlar padişah, kral, halife şu veya bu olabilir, fark etmez. Aslında o, bir meclis vasıtasıyla dahi olsa, insanların insanlar üzerinde tahakkümünü kabullenmez. Bu görüşlerini de İslami esaslarla izah eder.
 
"Hakim ancak Allahu Teala'dır. İnsandan hiç ferd hakim değildir, insandan hiç fert sultan değildir. Yani kimsenin kimse üzerinde tasallut ve kahr ve tegallübe hakkı yoktur. İnsandan hiçbir ferd malik-i rikabü'l-ümem değildir. Yani kimse padişahın bendesi değildir. Evet bir padişah vardır, lakin padişah emirdir, ecirdir, nazırdır. Malik-i rikabü'l-ümem değildir. Sultan değildir, hakim değildir, mes'uldur, kudretli değil. Borçludur, inayetli değil. Evet, vezir vardır, müşir vardır, lakin vekalet-i mutlaka yoktur. Vezir-i mutlak yoktur, düstur-ı ekrem yoktur. İşte bizim isteğimiz ve isteyeceğimiz budur. Biz bu ibare ile ve bu manada nutk-ı padişahi isteriz." (8)
 
Osmanlı edebiyat dünyasında ise Namık Kemal hürriyet şairi diye anılır. Onun Ziya Paşa ile birlikte çıkardığı gazetenin adı Hürriyet’tir. Namık Kemal hürriyet uğruna sürgünlere uğramış, Paris’e, Londra’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Said Nursi de Beyanat ve Tenvirler adlı eserinde Namık Kemal’in Rüya adlı makalesinin kendisine ilham kaynağı olduğunu, “Hem, ta o vakitte, meşhur Kemal’in ‘Rüya’sıyla uyandım.” (9) İfadesiyle belirtmiştir. Burada geçen 'Rüya' Namık Kemal'in hürriyet, demokrasi, vatan, milliyet ve kalkınma gibi kavramlar çerçevesinde siyasi görüşlerini kamuoyuna sembollerle sunmaya çalıştığı 'Rüya' adlı makalesidir. Namık Kemal bu rüyayı 1289 yılı Sefer ayının 14.g ecesi (24 Nisan 1872) görmüştür. Tanpınar’a göre Rüya makalesinde Namık Kemal’in tasavvuf hatıraları, bahar neşvesi, rüzgar uğultuları ile vatanperverlik ve hürriyet aşkı hep birbirine karışmıştır. (9) Tanpınar “Namık Kemal’in Türkiye’de insan hakları bayrağını ilk kaldıran adam” (10) olduğunu söyler. Kemal, Evrak-ı Perişan adlı eserinde Fatih’i, İngiliz ihtilalcisi Olivier Cromwell’e benzetir. Cromwell İngiltere’ye ferdi hürriyeti getiren adamdır. O, dünya ihtilalcilerinin, hürriyetçilerinin ilklerindendir ve bu rolü ile kendisinden sonraki tüm hürriyetçilere örnek olmuştur. Namık Kemal’in hemen hemen tüm yazılarında onun bu hürriyet aşkını görebilmekteyiz. O’na göre insan hür doğar ve hür yaşar. İslamiyette insanın hürriyetini gerektirir. Kemal’e göre, “İnsanlığın hürriyetine taarruz, insanlığa ve ona bu hürriyeti bahşeden Allah’a taarruzdur.” (11) Kemal, aynı zamanda “Meşrutiyet ve meşveret sistemini almakla İslamda öteden beri mevcut bir esasa dönüleceğini” (12) savunmuştur. Namık Kemal’i hürriyet kahramanı yapan en önemli eserlerinden biri de Hürriyet Kasidesi adlı şiiridir. O, bu şiiri ile edebiyatımızda hürriyeti hem bir felsefi fikir olarak, hem de kendisine aşık olunan bir şey olarak yücelten ilk şairimiz, ilk düşünürümüzdür. (13)
 
Osmanlı edebiyatının bilhassa son yüz yılında hürriyet fikirleri çok yoğun ve düzeyli bir şekilde yazılmış, çizilmiş, tartışılmıştır. Bu fikirleri ve sahiplerini Mehmet Akif’ten Tevfik Fikret’e, Beşir Fuat’a kadar çoğaltmak mümkündür. Ancak tartışmaların ve fikirlerin günümüzle karşılaştırılınca seviyesini göstermek için Şinasi’nin Victor Hugo’dan ilhamen yazdığı; “Milletim nev-i beşerdir vatanım rûy-i zemin” mısrası ile bitirmek istiyorum.
 
Hutbe-i Şamiye ve Münazarat’ta İman Hürriyet İlişkisi
 
Said Nursi’ye göre hürriyetin pek çok unsuru, pek çok argümanı olmakla beraber, temelinde iman vardır. O’na göre “Hürriyet Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Çünkü hürriyet imanın bir özelliğidir.” (14) Hürriyet hayat gibi, vücut gibi, Rabbin bir hediyesidir. Bir nimettir. Allah’ın verdiği bir nimeti ancak O geri alabilir. Öyle olunca kimseden hürriyetimizi talep etme, isteme durumunda değiliz. Hürriyet, varlığımız gibi Rabbin malıdır. O verir ve sadece O alır.
 
Nursi’ye göre; hürriyet ile iman arasında olmazsa olmaz bir ilişki vardır. İman Rabbe intisaptır. İman insanı Sani-i Zülcelal’ine nispet eder. O’na bağlar, O’nunla irtibatlandırır. İmansızlık ise bu bağı kırar. İnsana kendi kendisine sahiplik, serbestiyet vehmini verir. Öyleyse hürriyet anlayışı, kişinin bir yaratıcıya inanmasıyla inanmaması arasında farklılıklar gösterir.
 
Rabbe olan intisabını kesen biri için hürriyet, başkasına zarar verilmediği takdirde her istediğini yapabilme halidir. Oysa bir Rabbin kulu olduğunu bilen, her an kendi varlığını devam ettiren, her an hayatı veren bir yaratıcıya inanan birisi için hürriyet daha farklı özellikler taşır. İmani bir bakış açısıyla var olan her şey, tüm eşya, yaratılan her hadise, her duygu, her anlam Rabbin bir mahlukudur; ve her şey Rable bir mahlukiyet-yaratıcı ilişkisi içindedir. Doğumdan ölüme, depremden baş ağrısına, büyümekten düşünmeye ve daha var olan her şey O’nunla bir ilişki içindedir. Yaratılmıştır ve yaratıcısız düşünülemez. Laiklik, sekülarizm gibi düşünce tarzları, insanın Rabbiyle olan bağını kopardığı için, onların teklif ettikleri bir hürriyet anlayışının, Bediüzzamanın hürriyet anlayışı ile denk düşmesi mümkün değildir. Said Nursi’ye göre hürriyetin temelinde iman vardır. Hürriyet imanın bir özelliğidir. Kaynağı da, her şeyin olduğu gibi yaratıcıdır. Hürriyet duygusu, bu kadar güçlü bir hürriyet isteği, bizim kendi kendisine, öylesine elde ettiğimiz bir şey olmayıp; Rabbimizin bize bir ikramı, bir nimetidir.
 
Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’de “İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder” (15) diyerek, imani hürriyetin iki unsuruna vurgu yapar:
 
“Yani, İman bunu iktiza ediyor ki,
Tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek, ve zâlimlere tezellül etmemek...” (16)
 
 Said Nursi, Şam hutbesinde kısa ve veciz bir şekilde ifade ettiği, başkalarının hürriyetini kısıtlamama, onların tahakkümü ve istibdadı altına girmeme; ve başkalarının hürriyetimizi kısıtlamasına izin vermeme, zalimlerin zilleti altına girmeme formülünü imani bir nazarla Münazarat’ta şöyle açıklar:
 
“Zirâ, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet...” (17)
 
İman insanı doğrudan doğruya Sultan-ı Kainata bağlar. Kainatın sultanına bağlanan birisinin, başkasının tahakkümü altına girmesine, başkaları istiyor diye hürriyetinin kısıtlamasına razı olmasına imkan yoktur. İmanlı insan Rabbinden daha büyük hiçbir şeyi görmez ki onun yüzünden hürriyetini feda etsin. İmanlı insana göre, karşısındaki kişi zorba da olsa, alacağı en fazla şu fani hayatıdır. Mümin için şehadet en üstün bir mertebedir. Hürriyeti için ölmek onun kaçacağı değil, seve seve yöneleceği terciğidir. Allah’a hakkıyla kul olan hiç kimse ne ölümden ne de zorbaların zulmünden korkar. Ki Said Nursi’nin hayatı, dahili ve harici zorbalar karşısında sürekli ölüme meydan okumalarla geçmiştir.
 
Öte yandan müminin imanı, onun, başkasının hürriyetine ve hukukuna tecavüz etmesine de izin vermez. İnançlı kişinin imanından gelen şefkati başkalarının hürriyetini ve hukukunu kısıtlamaya en büyük engeldir. İmani şefkat bir karıncayı bile incitmeye izin vermezken, nasıl olur da insanların en temel haklarını ellerinden almaya izin verebilir. Onun içindir ki Müslümanların kurdukları devletlerde, bilhassa asr-ı saadette, her dinden insanlar kendi inançları doğrultusunda yaşayabilmişler, asla zulüm görmedikleri gibi her türlü hakları da korunmuştur. İhtilaf durumlarında ise İslami mahkemeler kişinin dinine, makamına ve milliyetine bakmadan adaletli hükümler vermişlerdir.
 
Diğer bir taraftan bir insanın haklarını, hürriyetini kısıtlamak ciddi bir kul hakkıdır ve bir mümin için ateş kadar yakıcıdır. Günahları affedebileceğini söyleyen yaratıcı, kul hakkını affetmeyeceğini, onu affetmenin, hakkı yenen kişiye ait olduğunu defalarca tekrarlamaktadır. Bu anlamda mümin sadece insanların değil, tüm canlıların, hatta tüm varlıkların hakkına riayet etme durumundadır. Allah’ın yarattığı mahluklar olma bakımından kişinin tüm yaratılmışlarla bir kardeşliği vardır. Mümin kardeşine zulmedemez, zulmedilmesine razı olamaz, onu kendinden aşağı göremez, ona sömürülecek bir meta olarak bakamaz.
 
Bu noktada mümin için, ormanlardaki ağaçlar, hayvanlar bile milli hazine olan para demek değil, kardeşlerimiz olan, Allah’ın kullarıdır. İnanç, tüm varlıkların bir hakkının, hukukunun olmasını gerektirir. İnsanların maddi üstünlüğü, güçlü oluşları, diğer varlıkların haklarına zulmetmeye, hürriyetlerini ellerinden almaya sebep değildir. İman kişiye, her varlığı kardeş sayan bir ruh verir. Mümin, ormanların yanmasına paralarımız gidiyor, ciğerlerimiz bitiyor diye değil; kardeşlerimize zulmediliyor, kardeşlerimize tecavüz ediliyor, kardeşlerimiz katlediliyor diye karşı çıkar. Mümin için çöp bile, çürüme bile nefret edilesi, iğrenilesi bir durum değil, imani bir bakış açısıyla Allah’ın Kuddüs isminin bir yansımasıdır.
 
Yukarıdaki alıntının son cümlesinde söylendiği gibi; “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar.” Biz burada Nursi’nin tüm hayat görüşünü, hayat algısını görebilmekteyiz. O, her şeye mana-yı ismiyle değil, mana-yı harfiyle bakan insandır. Her şey yaratıcısı ile güzeldir, yaratıcısı ile anlamlıdır. Bu noktada Bediüzzaman, dünyanın üç yüzünün bulunduğunu ve her şeyin bu ölçü ile değerlendirilmesini ifade eder:
 
 “Dünyanın üç yüzü var:
 
Birinci yüzü, Cenab-ı Hakk’ın esmasına bakar; onların nukuşunu gösterir, mana-i harfiyle, onlara ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedaniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir, nefrete değil aşka layıktır.
 
İkinci yüzü, ahirete bakar; ahiretin tarlasıdır, Cennetin mezrasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete layıktır.
 
Üçüncü yüzü, insanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesatı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fanidir, zaildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.” (18)
 
Said Nursi’nin imani bir tavırla yaklaştığı hürriyet anlayışını, yukarıdaki dünyanın üç yüzüne göre değerlendirebiliriz. Hürriyet, Allah’ın esmasına muhatap olma bakımında müminin vazgeçilmezidir. Rabbin esmasını gösteren nakışlar, mucizeler, Samedani mektuplar, ancak hür bir akıl, hür bir ruh ile okunabilirler. Mesnevi’de belirtilen “Mahiyeti meçhul, mu’ciyatıyle malum olan kudret-i ezeliye” (19) ancak hür bir bakış açısıyla algılanabilir. Yaratıcının esmasına ancak hürriyetimiz ile muhatap olabildiğimiz gibi, Allah’ın Rahman, Rahim, Melik, Müheymin, Cebbar, Kahhar, Kayyum, Vâli gibi pek çok isimleri de insanın hürriyetini gerektirir. Bu anlamdaki dünyanın yüzü gayet güzeldir, rahmanidir, nefrete değil, aşka, ilgiye, tefekküre layıktır.
 
Rabbin esmasına muhatap olabilmek için her şeyden önce özgür bir ruha sahip olmak gerekir. Kafası dünyanın şartlanmışlıkları ile, imani olmayan bir kültür ve geleneklerle, milliyetçilik, devletçilik, dünyevilik, laiklik tabularıyla doldurulmuş bir insanın, özgür bir imani düşünce tarzına sahip olması mümkün değildir. Özgürlük önce kafalarımızda, ruhlarımızda, gönüllerimizde, inançlarımızda başlar.
 
Dünyanın ikinci yüzü ahrete bakar. Oysa esaret; vücutlarımızın, akıllarımızın, ruhlarımızın esareti, kişinin bakışını dünyaya çeviren, arzileştiren bir fenomendir. Hürriyetsizlik dünyayı dünya için, nefsimiz için algılamaktır. Halbuki insan ve içindeki her şeyle beraber, dünya önce esma, sonra da ahretin tarlası olmak için yaratılmışlardır. Hürriyetsizlik hali bir mücadele, bir zulüm, isyan halidir. Oysa dünya bir çiçek bahçesidir. Bir seyirlik, bizi yaratanla karşılaştıran bir tefekkür diyarıdır. Dünyanın şu yüzü de güzeldir. Tahkire, kavgaya, mücadeleye değil, muhabbete, kardeşliğe, sevgiye layıktır. Ahreti isteyenler, önce bu dünyada; bu dünyaya, insanlara ve nefislerine karşı, ruhları, kafaları ve gönülleriyle hür olmalıdırlar.
 
Dünyanın üçüncü yüzü ise insanın heveslerine bakar ki, dünyevi bir bakış açısının hürriyeti algılama şeklidir. Hürriyeti heveslerimiz için istemek gaflet halidir. Ehl-i dünyanın heveslerinin çatışma noktasıdır. Böylesine Allahsız algılanan bir hürriyet, günümüz medeniyetinde olduğu gibi savaşları, diktatörlükleri, yalanları, her türlü haksızlıkları, hırsızlıkları netice verir. Bu hal hadsiz arzularla, hırslarla donanan insanı kainatın en mutsuz varlığı yapacak, anarşiyi, intiharları, mücadeleleri netice verecektir. Mutlak hürriyet diye adlandırılan bu tavır, aslında mutlak hürriyetsizlik, kişinin nefsine esir olmasıdır. En büyük esaret, insanın belki kendisinin bile farkında olmadığı tabularının esiri olmasıdır. Ellerimize zincirler bağlanırsa esaretimizin farkında oluruz ve kurtulmaya çalışırız. Ancak kafalarımızdaki ve nefsimizdeki zincirleri görmek zordur. Onların esiri olur, ancak bu esirliğimizin farkına varamayabiliriz. Fark edilmeyen bir esaretten de kurtulma gibi, kurtulmaya çabalama gibi bir şansımız hiç olmaz.
 
Said Nursi’ye göre “insanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar” (20) İnsanların Allah’ın kulu olarak ve yaratıcısına göre, O’nunla intisap kurarak yaşamalarını engelleyen argüman laisizmdir. Fransızca “laik” sözcüğünden dilimize giren laisizmin kökü, Latince “laicus” kelimesinden gelmektedir. “Din adamı olmayan kimse, din adamı dışında kalan halk” anlamındadır. Oysa Nursi’ye göre herkes ve her şey Allah’ın kuludur. O’nun yaratmasıyla var olmuşlardır. Bu anlamda varlık âleminde din dışı denilen bir şey yoktur. Hele din adamı veya din adamı olmayan şeklinde bir tasnif hiç yoktur. Çünkü herkes Allah’ın kuludur. Kabul etsin veya etmesin herkes ve her şey varlığını devam ettirebilmek için Allah’ın hayat vericiliğine, kayyumiyetine muhtaçtır. Bir Allah’a kul olmak, insanın tüm varlığa, tüm insanlığa karşı hür olmasını netice verir. Aksi takdirde, Nursi’ye göre bir Allah’ın kulluğundan kaçmaya çalışmak, tüm varlığın kulu, kölesi olmayı netice verir. İnsanı her hadise, düşman gördüğü her kuvvetli şey karşısında titreyen zavallı bir mahluk haline getirir.
 
Said Nursi’nin ifadesiyle; “Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddi manevi kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.” (21) Bu cihetiyle dünya hakikat ehli tarafından tahkir edilmiş, hor görülmüş, nefret edilmiştir.
 
Said Nursi, “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar” (22) tezine asr-ı saadeti örnek göstermektedir. Bu dönem, yazımızın çok ötesinde örnekleri olan muhteşem sahneler taşımaktadır. Nursi, Şualarda asr-ı saadetin bu hürriyet güzelliğine, “İmam-ı Ali’nin (r.a.) hilâfeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup muhakeme olmalarını” (23) örnek olarak verir.
 
Bediüzzaman’a göre; “nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok...” (24)
 
Öyleyse insan sadece imanla hakiki hür olabilir. Önümüzde iki yol var: Ya Allah’ın izzetli, şerefli, hür bir kulu olacağız. Veya başta nefsimiz olmak üzere, kainattaki her şeye dilenci, köle olacağız. Allah’a dayanmayan bir insan için her şey düşmandır. Allah’sız bir insanın istinat noktası yoktur. Veya istinat noktası olarak gördüğü şeyler kendisi gibi fani varlıklardır. Allah’sız insan istinat noktası olarak göreceği her şeyin kulu, kölesi olma durumundadır. Sosyal hayattaki riyakârlıkların, yalancılıkların, olduğumuzdan farklı görünme çabalarının sebebi de bu fani varlıkları istinat noktası olarak görme zafiyetidir.
 
Bediüzzaman,a göre “Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah’ı tanımayan her şeye, herkese nispetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet, hürriyet-i şer’iye Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.” (25)
 
İman ne kadar genişler ve tahkiki olursa, kişinin hürriyeti de o derece genişler ve anlam kazanır. Allah’ı bilen ve tanıyan sadece Allah’ın rızası için çabalar. Başkalarını Rab olarak tanımaz. Dünyamızdaki savaşların, kargaşaların, kinlerin, nefretlerin en büyük sebebi; Allah’ı tanımamaktan gelen, insanların birbirlerini köleleştirme ve birbirlerini rableştirmeye çalışmalarının sonucudur. Aynen bunun gibi de insanın iç dünyasındaki karışıklıkların, üzüntülerinin, sıkıntılarının, psikolojik problemlerinin kaynağı da kişinin kendi nefsine karşı hür olamamasıdır.
 
Sonuç
 
Sonuç olarak, yukarıdan beri söylediklerimizi şu 11 maddede özetleyebiliriz: Bediüzzaman’a  göre hürriyet-i şer’iyenin özellikleri, olmazsa olmazları şunlardır:
 
1.                  Hürriyet-i şer’iye, Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır. Öyleyse hürriyetimizi kimseden istemeye ihtiyacımız yoktur. Hürriyet kimsenin hiçbir kulun lütfu değildir. Allah’ın verdiği her hakkı sonuna kadar kullanırız.
 
2.                  İman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet o derece parlar.
 
3.                  İmanla donanmış bir Hürriyet-i şer’iye, Müslüman olsun olmasın hiçbir insana, hiçbir mahluka tahakküm ve istibdat etmememizi gerektirir. Hayvanlara, bitkilere, hatta kendimize bile zulmetmenin mesuliyeti vardır.
 
4.                  Allah’a kul olan başkalarına kul olmaz. Allahtan başka, Peygamberler dahil herkes yaratılmıştır ve kuldur. Yaratılış noktasında herkes eşittir. Üstünlük sadece takva ile, ihlas, tevazu iledir. Tek efendi vardır, o da Allah’tır. Sahabeler Peygamberimize bile efendi, efendimiz diye hitap etmemişlerdir. Resulullah efendimiz, Peygamber efendimiz, diye hitap etmişlerdir. Hz. Muhammed’in şerefi, buyüklüğü, peygamberliği, efendiliği Allah’ın resulu olmasından gelir.
 
5.                  “Bir kısmınız, Allah’ı bırakıp da bir kısmınızı ilahlaştırmasın.” (26) Firavunlardan, deccallardan, krallardan zıllullah sayılan padişahlardan beri, âlemdeki zulümlerin, kavgaların, haksızlıkların çoğu sebebi insanların birbirlerini ilahlaştırmalarıdır.
 
6.                  Allah’ı tanımayan herkese, her şeye bir rububiyet tevehhüm eder ve her şeyin kulu, kölesi olur.
 
7.                  İmanla cihazlanmayan bir hürriyette kişi nefsinin, arzularının kölesi haline gelir. Hakiki mümin ne başkasına, ne de kendisine zulmetmez. Nefsine zulmeden hür değil, olsa olsa şeytanın kölesidir.
 
8.                  Hürriyet her istediğini yapabilmek değil, Rab ile yaratılan-yaratıcı ilişkisi kurarak hayatımızı tanzim etmektir.
 
9.                  Allah’ın isimleri insanın hür olmasını gerektirirken, Rabbin esmasına muhatap olabilmenin yolu da hür olmaktan, hür yaşamaktan geçer.
 
10.              En büyük esaret insanların ellerinin kelepçelenmesi değil, akıllarının, ruhlarının, gönüllerinin kelepçelenmesidir. Varlığımızın kelepçelerinden ancak imani bir hürriyetle kurtulabiliriz.
 
11.              İnsanlar hür oldular ama yine Allah’ın kuludurlar. Rabbe intisabı olan hayatı, dünyevi ve uhrevi diye ikiye ayırmaz. Hayat Rable kurulan intisapla güzeldir, anlamlıdır, hürdür. (27)
 
Kaynakça:
1-M. Ertuğrul Düzdağ; Said Halim Paşa Buhranlarımız ve Son Eserleri, İz Yay. 3. Baskı, İstanbul 1998, s. 37-40
2-A.g.e., s. 230-31
3-İsmail Kara; Türkiye'de İslâmcılık Düşüncesi, Risale Yay. C. I, İstanbul 1987, s. 49-50
4-A.g.e, C. I., s. 68
5-A.g.e, C. II, s. 238
6-A.g.e, C. II, s. 240-41
7-A.g.e, C. II, s. 113
8-Hüseyin Çelik; Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Yay. İstanbul 1994, s.551
9-Said Nursi, Beyanat ve Tenvirler, Risale-i Nur Enstitüsü, s. 105
10-Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı, Çağlayan Kitabevi, 8. Baskı, İstanbul, 1997, s.373
11-A.g.e, s.425
12-A.g.e, s.427
13-A.g.e, s.426
14-Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri 1, Dergah Yayınları, 12. Baskı, İstanbul, 1994, s.43
15-Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Münazarat, İstanbul, 2009, s.238
16-Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Hutbe-i Şamiye, İstanbul, 2009, s.355
17A.g.e, s.355
18-A.g.e, s.238
19-Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 571.
20-Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Hubab, s.85
21-Said Nursi, Volkan, Sayı 70, 11 Mart 1909, s.1
22-Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Hutbe-i Şamiye, s.328
23-Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Münazarat, s.238
24-Said Nursi, Şualar, Risale-i Nur Enstitüsü, s.330
25-Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Hutbe-i Şamiye, s.328
26-A.g.e, s.355
27-Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Münazarat, s.237

www.RisaleAkademi.com

Analiz Haberleri