Hutbe-i Şâmiye’nin yüz yıllık serencamı

Metin KARABAŞOĞLU

Hutbe-i Şâmiye’de dile getirilen ‘altı kelime’ ışığında geçen yüzyıla ve içinde bulunduğumuz ana baktığımızda, İslâm’ın istikbaline dair daha ümitli haldeyiz. Çünkü kâinat ve fıtrat zaten her hal ve şartta İslâm’ı doğruladığı gibi, yüzyıl içerisinde yaşananlar da ‘din-dışı bir yeryüzü cenneti’nin imkânsızlığını ortaya koyarak bütün dünyada yeniden dine yönelişe kapı aralamış bulunuyor.
 
Peygamber Efendimiz hayatta iken yaşanan savaşların en dehşetlisi, Ahzâb Savaşı’dır. Bizim daha ziyade ‘Hendek Savaşı’ diye bildiğimiz bu savaşın Ahzâb Savaşı diye anılması daha yerindedir; çünkü bu savaşta Arabistan’daki bütün hizipler kendi aralarındaki her türlü ihtilafı unutup İslâm’a karşı birleşmiş ve Medine’ye ortak bir taarruz düzenlemişlerdir. Nitekim, Ahzâb Sûresi’nin iniş sebebi de işte bu taarruzdur.

İslâm’a yönelik bu büyük taarruzu çok kısa bir süre önce haber alan Hz. Peygamber (a.s.m.) durumu ashabıyla paylaşır. Sayısı ikibini bulmayan mü’min ordusunun onikibine ulaşan bu hizipler birliğine karşı direnmesi zordur. Tam da burada, henüz yeni özgürlüğüne kavuşmuş Selman-ı Fârisî’nin önerisi devreye girer ve müşriklerin Medine’ye girmesini önlemek üzere Sel Dağı çevresine hendek kazılmasına karar verilir. Mü’minler, altı gün gibi kısa bir zamanda, mucizevî bir sûrette, dört kilometreye ulaşan bir hatta dört metre genişliğinde ve ikibuçuk metre derinliğinde bir hendek kazmaya muvaffak olurlar.

Bu esnada yaşanan bir mucizevî olay ise, bir türlü parçalanamayan bir büyük kaya ile ilgilidir. Bu kaya Resûlullah’ın vuruşuyla üç hamlede parçalanırken, her bir vuruş anında çıkan mu’cizevî kıvılcımı Resûlullah (a.s.m.) ashâbına “Bana Yemen’in sarayları gösterildi”, “Bana Busrâ’nın sarayları gösterildi”, “Bana Medâyin sarayları gösterildi” diye anlatır.

O kuşatılmışlık atmosferi içinde mü’minlerin ‘gaye-i hayal’ini diri ve uyanık tutan; nazarlarını ve düşüncelerini o anın kuşatması içinde hapsolmaktan kurtaran bir keyfiyettir bu. Mü’minler, bu mucizevî irşad ile bedenleri Medine’nin surları ve hendek arasında kuşatılmış haldeyken, nazarlarını ve tasavvurlarını üç koldan dünya kadar genişletmişlerdir. Zira Muhammedü’l-Emîn bu hadiseyle onlara sözkonusu kuşatılmışlığın arızî ve geçici olduğunu, gün gelip İslâm’ın Yemen (yani doğu), Busrâ (yani, Afrika ve batı), Medâyin (yani, Mezopotamya, Anadolu, İran, Kafkaslar; kuzeybatı) yönünden ilerleyip bütün dünyaya yayılacağı müjdesini vermiştir.

Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) bu müjdesine münafıklar ise gülüp geçerler gerçi. Ama Allah Peygamberini bir kere daha doğrulamış, Ahzâb savaşından çok değil dört yıl sonra Mekke’nin kapıları İslâm’a açıldığı gibi; çok değil kırk yıl içinde İslâm Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) tarif ettiği bu üç yönden üç kıtaya yayılmıştır.

Muhammedü’l-Emîn (a.s.m.) en dehşetli kuşatma anında mü’minlere bu müjdeyi verirken, elbette dayandığı bir hakikat zemini vardır. Son tahlilde, her şey ve her yer Allah’ın kudret, ilim ve iradesinin kuşatması altındadır ve âlemler Rabbi, kâinata ve fıtrata kök salmış hakikat-ı İslâmiyetin üç-beş hizbin taarruzuyla târümâr olmasına elbette izin vermeyecektir.

Ahzâb günlerinin bu dersi, sonraki kuşatma zamanlarında da, mü’minler için bir çıkış kapısı olmuştur hep. Haçlı seferleri esnasında, Moğol saldırıları esnasında ve en son Batı’nın İslâm topraklarına yönelik topyekün sömürgeleştirme seferi esnasında, mü’minler Ahzâb günlerini hatırlayıp ‘birleşik hizipleri’ yenilgiye uğratan âlemler Rabbi’nin kudretine ve rahmetine sığınarak gayretlerini diri tutmuş; Ahzâb günlerinden az zaman sonra gelen büyük fetihlere bakarak da, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) verdiği müjdenin aydınlığında ümitlerini korumuşlardır.
 
100 yıl önceki Ahzâb günleri

Bundan yüz yıl önce, İslâm dünyasının dörtte üçünün doğrudan Batı’nın esareti altında olduğu, henüz esir olmamış İslâm topraklarında hüküm süren Osmanlı’nın ise ‘hasta adam’ muamelesi gördüğü 1911 yılında Bediüzzaman’ın sergilediği büyük ümit ve büyük gayret, işte bu Asr-ı Saadet hatırası ışığında okunmalıdır.

Batı’nın çoğunu bilfiil sömürgeleştirdiği, kalan kısmını ise kendi aralarında nasıl bölüşeceğinin pazarlığını yapıyor olduğu bir vasatta Şam’da Emevî Camii’nde kürsüye çıkan Bediüzzaman, ‘eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığı ‘altı kelime’yi anlatırken, ilk sıraya ‘el-emel’i koyar. “Yani, rahmet-i ilâhiyeye kuvvetli ümit beslemek.”

Sonrasında, nasıl mü’minler bir büyük kuşatma altında iken Muhammedü’l-Emîn (a.s.m.) İslâm’ın üç koldan bütün dünyaya yayılacağının müjdesini vermişse, Kur’ân’ın ve Asr-ı Saadet’in aydınlığında Bediüzzaman da ‘ye’sin burnunun rağmına olarak, dünyaya işittirecek derecede’ bir kesin kanaat ile “İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakâik-ı Kurâniye ve imaniye olacak” müjdesini verir.

Ama nasıl Efendimiz’in (a.s.m.)  müjdesi bir hakikat zeminine dayanıyorsa, Bediüzzaman’ın bu müjdesi de aynı hakikat zeminine dayanmaktadır. Bediüzzaman’ın bu müjdesi, bir ham hayalin yahut bir ‘zan’ veya ‘temenni’nin değil, harikulâde bir imanî muhakemeye dayanan bir hakikatin ifadesidir. Çünkü vahyin önerisine kulak tıkama bedbahtlığına uğramamış, kendisini küfre şartlandırmamış her akıl hilkate, yani kâinata baktığında, aslolanın hayır ve hüsün ve hak ve kemâl olduğunu; şer ve kubhun ancak ‘tebeî’ kaldığını görebilecektir. Nitekim kâinatta hayrın asıl, şerrin ise tebeî olduğuna, dinli-dinsiz herkesin iştigal ettiği bir alan olarak kâinatı inceleyen bilimler birer sâdık şahittir. Fizik, kimya, botanik, jeoloji, astronomi, şu-bu derken gitgide dallanıp budaklanan; her biri kâinatın belli bir veçhesini veya cüz’ünü incelemeye adanmış bu kadar bilimin varlığı, gerçekte, ortada bir nizam ve intizamın, bir düzen ve uyumun var olduğunun delilidir.

Âlemde hayır ve hüsün ve hak asıl iken, insan da hayır ve hak ve hüsne talip bir fıtratta yaratılmışken, üstelik Muhammed-i Arabî (a.s.m.)’ın dost ve düşmanın ittifak ettiği o güzelim ahlâkı ve icraatı da ortada iken; üstelik bir mü’minler toplumunda şer ve kubuh ve bâtıl nasıl kalıcı olabilir?

Bediüzzaman, Hutbe-i Şâmiye’de birinci kelime olarak ‘el-emel’i, yani rahmet-i ilâhiyeye karşı kuvvetli ümit beslemeyi böyle bir muhakeme zemininde dile getirdiği gibi, zamanın düz bir çizgi olarak ilerlemediğine, bilakis kıştan sonra bahar, geceden sonra gündüzün geldiğine de atıfta bulunmakta; neticede şu müjdeyi vermektedir: “Hakikat-ı İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i ilâhiyeden bekleyebilirsiniz.”

Bediüzzaman’ın İslâm dünyasının siyasî, askerî, idarî, ekonomik, kültürel, kısacası hemen her açıdan Batı tarafından kuşatılmış, dahası ‘ele geçirilmiş’ gözüktüğü bir zamanda dile getirdiği bu ümit, onun Şam Hutbesi’nin daha ‘birinci kelime’sidir. Bu kelimede, başka başka açılardan, yine İslâm’ın önündeki engellerin ortadan kalkıyor olduğuna dair, sonraki yüzyıl boyunca, hadisatın seyriyle doğrulanmış tahlillere yer verir Bediüzzaman.
 
Dönüşümün anahtarı

Ardından, ikinci kelimede, ‘âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş en dehşetli hastalık’ olarak yeisi, yani ümitsizliği bertaraf etmek üzere, yine Kur’ân’dan aldığı ilaçları dile getirir Bediüzzaman.

Onun Hutbe-i Şâmiye’de verdiği müjdenin gerçekleşmesi için, mü’minler topluluğu için bir kanser niteliğindeki ümitsizliğin ölmesi ve yerini rahmet-i ilâhiyeye sarsılmaz bir ümidin alması gerektiği gibi, mü’minlere düşen başkaca görevler de vardır.
Bediüzzaman, bunları da sırasıyla sıdk, muhabbet, hürriyet ve meşveret olarak tarif eder.
Asr-ı Saadet’te yaşanan büyük dönüşümün anahtarı, Bediüzzaman’ın belirttiğine göre, sıdk, yani doğruluktur. Sıdkın hayatın bir esası haline gelmesi iledir ki, hak ile bâtıl, gerçek ile yalan, doğru ile yanlış, yakîn ile zan ayrışmış ve selim akıllar ile vicdanlı kalblerin hakkı kabul ve teslim etmeleri kolaylaşmıştır. Aynı şekilde, İslâm’ın yeniden hükümferma olmasının yolu da, mü’minlerin tıpkı Asr-ı Saadet’te olduğu gibi, İslâmiyete lâyık doğruluğu göstermeleri; yalana ve zanna asla mahal vermemeleridir. Güya hak namına da olsa, yalana asla müsaade edilmemelidir.

Aynı şekilde, mü’minler için aslolan duygu durumu, ‘muhabbet,’ yani sevgi olmalıdır. Muhabbetin zıddı olarak husumet, başkası ile beslenir; düşman olarak bellenen başka birileri olmalıdır ki, husumet ve adavet sahibi kişi onun ile kendisini tarif etsin. Hâlbuki muhabbet, var olmak için, bir ‘öteki’ye ihtiyaç duymaz. Bilakis muhabbetin gereği, ‘öteki’yi bile bizden biri kılabilmektir. Muhabbetin kalbde esas olmasıyla kişi bütün mü’minleri kucakladığı gibi, henüz mü’min olmayan insanların da imanın aydınlığına gelmeleri için var gücüyle çalışır. Kısacası, mü’minleri yekvücut olmaktan, enerjilerini buluşturup sinerjiye dönüştürmekten alıkoyan hallerin ortadan kalkması için muhabbete ihtiyacımız olduğu gibi; bütün bir insanlığı hakka davet edebilmek, hakikat noktasında bir büyük buluşmanın izini sürebilmek için de bize lâzım olan, muhabbettir.
 
Kur’an’dan alınmış iki kelime

Bediüzzaman’ın Kur’ân eczanesinden alınmış iki kelime olarak ‘hürriyet’ ve ‘meşveret’e dair tarifi de manidardır. Hürriyet, her insana Allah tarafından verilmiş iradeye saygı duymayı gerektirir. Keza, her insanın ayrı bir kişilikte, ayrı bir kabiliyet ile donanmış olarak kendi gelişiminin yolunu aramasına izin ve imkân verir. Meşveret ise, hür irade sahibi insanların bir araya gelip bir ortak irade oluşturmasının; hepsinin kendi bakış açılarını bir araya getirip küllî ve kuşatıcı bir bakışa ulaşmalarının formülü niteliğindedir. Hürriyet, herkesin sorumluluk almasını gerektirir; meşveret ise, sorumluluğunu bilen bu insanları kollektif bir sorumluluk bilincine yönlendirir.
Sonuçta, bütün bunlar beraberce gerçekleşebildiğinde, İslâm dünyası da, insanlık da aydınlık bir istikbal görecektir.

Bediüzzaman, yüz sene önce, 1911 yılında verdiği Hutbe-i Şâmiye’de bunları söylüyordu. Geçen yüzyıl içinde, onun bu tesbitlerini doğrulayan gelişmeler yaşandığı gibi, özellikle sıdk, muhabbet noktasında yaşanan tökezlemeler ve hürriyet ve meşveret noktasında karşılaşılan engeller onun yüz yıl önce verdiği müjdenin bilfiil gerçekleşmesinin önünde bir set oluşturdu.
 
Hutbe-i Şamiye’nin müjdeleri

Kısacası, Hutbe-i Şâmiye’de dile gelen ‘altı kelime’ ışığında geçen yüzyıla ve içinde bulunduğumuz ana baktığımızda şunları söylemek mümkün: Yüzyıl sonra, İslâm’ın istikbaline dair daha ümitli haldeyiz. Çünkü, kâinat ve fıtrat zaten her hal ve şartta İslâm’ı doğruladığı gibi, yüzyıl içerisinde yaşananlar da ‘din-dışı bir yeryüzü cenneti’nin imkânsızlığını ortaya koyarak bütün dünyada yeniden dine yönelişe kapı aralamış bulunuyor.

Ama buna karşılık, İslâmî ahlâkın iki temel sütunu olarak sıdk ve muhabbet açısından, hâlâ yapılacak çok şey var. Avâm dediğimiz çoğunluk aklından ziyade gözüyle düşündüğüne, dolayısıyla ‘söylem’den ziyade ‘eylem’ ile bir değerlendirme yaptığına göre, mü’minlerin sıdk ve doğruluğu hayatlarında daha bir kuvvetle hükümferma kılmaları gerekiyor. Aynı şekilde, mü’minler arasında, hakkı arayan sair insanları da kucaklayacak bir ‘sinerji’nin oluşması için, husumetin değil, muhabbetin asıl olduğu bir ruh halinin hâkim olması gerekiyor.

Hürriyet ve meşveret noktasında ise, Bediüzzaman’ın sözünü ettiği bir ittifakın oluşturduğu engellerin artık çatırdamaya başladığını görüyoruz. ‘Avrupa dinsizleri ile Asya münafıkları’nın İslâm’ın inkişafına beraberce engel olmaya çalıştığını belirtiyor Bediüzzaman. Nitekim kendi ülkesinde demokrasi isteyen Batı’nın İslâm âleminde ise seküler despotların yönetimini hep tercih ettiğini, güya ‘demokrasi’ gelirse İslâm’ın da geleceği endişesini taşıdıklarını görüyoruz. Ama demokrasi noktasında az biraz ilerlemenin Türkiye’de meydana getirdiği dönüşüm, bütün âlem-i İslâm için hürriyet ve meşveretin ne derece hayatî bir nitelik taşıdığının bir delili niteliğinde.

Yakın zamanda Tunus ve Mısır örneğinde görüldüğü üzere, Müslüman toplumların üzerindeki seküler despotizmin ortadan kalkmasıyla, umulur ki, hürriyet ile meşveretin buluştuğu bir kıvam gerçekleşecek. Böyle bir kıvama, kendi despotluklarını daim kılmak için ümmet içerisine fitne ve ayrılık tohumları atanların ürettiği husumetlerin kırılıp mü’minlerin kardeşliğini her daim hissettiren muhabbetin de kuvvet bulması, dahası sıdkın da sosyal, siyasal, ekonomik her alanda sarsılmaz bir halde yerleşmesiyle, rahmet-i Rahmân’dan umulur ki, Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şâmiye’de dile getirdiği hakikatli rüya, yüzyıl sonra gerçek olacak…

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.