Hüznüne Sahip Çıkan Şair Aladdin Özdenören

Hüseyin Karaca'nın yazısı...

Kimi hüzün sahibi vardır; ezik, karamsar ve mağlup. Hayat karşısında yenilgiyi kabullenmiş ve o kabullenişle kendini akıntıya bırakmış. Sağa sola savrulur ve artık varlığına hükmü geçmez. Hazin bir durumdur; sadece acırsınız. Bir de direncini kaybetmeyen, içinde bir yerlerde umudu gizlemeyi başaran, “yılların acı çığlığından” haberi olup da boyun eğmeyen, ‘hayat’a rağmen ayakta kalan, insana tüm yaşayacaklarının sonunda ölüm olduğunu söyleyen hayatın korkutma ve tehditlerine peşinen “Bu kentin koynuna girdiğim günden beri / Cebimde ölümüm” diyerek tüm korkutma ve tehditleri boşa çıkaran, hülâsa hüznü edilgen ve kötürüm bir ruh hali olarak değil, insan olarak varolmanın bedeli olduğunun bilinciyle, metafizik bir iç ürpertisi makamında yaşayan, hüznünden muzdarip olmayan hüzün sahibi... Asil bir duruştur; saygı duyarsınız. İlhami Çiçek’in dediği gibi “yalnız hüznü vardır kalbi olanın / hüzün öylece orta yerdedir” Onu yok saymaz. Onu yaşamaktan korkmaz... Bunları neden söyledim? Kimi insanlar hakkında genel bir tanımlama yapmak gerektiğinde, duruşları ve amellerinden hareketle varılır bu yargıya. Söz konusu kişi gözümüzde canlandığında akla ilk olarak tek kelimelik bir tanım gelir. Eğer söz konusu bu kişi Alâeddin Özdenören ise akla ilk gelen tek kelimelik tanım hüzün olur. 

Hüzün, Alâeddin Özdenören’in şiirlerinin bütününde bir maya olarak mevcuttur. Tek tek, şiirlerinde içerik olarak değil fakat Alâeddin Özdenören Şiiri’nde bir damar, ortak bir ruh olarak mevcut olan bir hüzün söz konusu. O, hüznüne her daim sahip çıkan bir şair. Halinden şikayetçi değil. Çünkü bir inanç öğesi olan şükür böyle gerektiriyor. Şairde ilahi buyruğa rıza göstermek bilinci mevcut. Bu yüzdendir ki hüznü isyana götürmüyor şairi. O, hüznüne umudu ekliyor:
“...
Bu toprak zindan
Kalacak değil
Doğacak gün
O kadar uzak değil”

Alâeddin Özdenören şiiri, şiir dilinin dönüştürülemezliği üzerine kurulu gibi görünüyor. Mısraların tek başına sergilediği anlama, bütün bir şiirde ulaşamıyoruz. Şiiri okuduğumuzda hikayeleştiremiyor, gözümüzde canlandıramıyoruz. Şiirin bütünü somut bir malumat vermiyor okura. Şiir dilinin kendisini koruduğunu görüyoruz. Okurda sadece bir duygulanım hasıl oluyor. Eğer bir anlama ulaşılıyorsa ya da ulaşılacaksa, bu soyut planda, iç yaşantıda karşılığını bulan bir anlam oluyor. Dış dünya argümanlarını kullanırken de aslında bunlar dışa dönük bir betimleme değil, içe dönük bir tahlil ve bizi iç yaşantıya çekiyor. Bu yüzden, içe dönük bir şiir, Alâeddin Özdenören şiiri. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, şiirde tüm bunlara eşlik eden de hüzün. Böyle bir iç yaşantı için nefes alınabilecek en sağlıklı atmosfer hüzündür çünkü. “yenilen hüzündür / içilen hüzün” Şöyle diyebiliriz belki: Hüzün müşahhas bir duygunun adı değil, diğer duyguların üzerinde yüzdüğü bir deniz. Orada aşk da sevgi de öfke de var. Fakat hüzün bu duygulara karşıt ya da alternatif olarak mevcudiyet göstermiyor. Hüzün onlara eşlik eden bir mütemmim cüz. Dolayısıyla lirizm, Alâeddin Özdenören şiirinde, şiirsel bir form gerekliliğinden kaynaklanan ‘seçilmiş’ ve dışarıdan ikame edilmiş bir unsur değil, iç yaşantının doğal bir sonucu olarak mevcut. Şairin duyuşu, düşünüşü ve dünyası böyle gerektirdiği için oluşan bir istikamet.

Şairin zaman zaman genel ruh halinden anlık sıçramalarla boyut değiştirdiği de olur:
“...
Kuşkuların yoğun sisleri arasında
Düşündükçe ıslanan saçlarım.”

Fakat bu durum uzun sürmez. Şair düşünmekten, dünyayı anlamlandırmaya çalışmaktan vazgeçerek yine kendisine döner:
“...
Bir yanım mercan dağı
Bir yanım kötürüm
Toprağa sarkıyor
Hazin yanık bir mahallenin yıkıntılarından”

Çünkü şair için aslolan iç yaşantısıdır. Hüzün, insana ‘neden’ diye sordurabilir; hayata dair düşüncelere sevkedebilir. Fakat hüzün sahibi bilir ki bu soruların cevabı, bu düşüncelerin varacağı nokta kişinin iç dünyasındadır. Bu sebeple şairin sıçramaları anlıktır. Her şeyin karşılığını ‘dünyasında’ arar. Nitekim, Zarifoğlu ile yaptığı bir konuşmada iyi bir gözlemci olmadığını söyler Özdenören. Doğrudur; çünkü o, ‘iç’ini gözler. Bu noktadan hareketle Alâeddin Özdenören şiirinin başka bir veçhesine ulaşıyoruz: Zamanın ve mekanın belirsizliği. Yaşadığımız dünyaya ait kesitler ve imajlar, onun şiirindeki yer alış biçimiyle adeta bizim bilmediğimiz, bize yabancı durumlar gibidir. Tabi ki bu, ilk bakışta böyle. Çünkü şair o hayat kesitini ya da imajı kendi iç dünyasında dönüşüme uğratmıştır. Bu nedenle okur, şiirde yer alan o hayat kesitini, gerçek dünyada somut bir yere oturtamaz. Ne zaman ki, okur olarak kendi içinde bir yolculuğu çıkarsa işte o zaman şairle aynı duygu ikliminde buluşabilir. Bu durum, kişinin bir rüya görüp de uyandığında rüyasını tam hatırlayamaması ya da belli belirsiz hatırlaması gibi bir durumdur. ‘Hiç yabancı değil; ama ne zaman, nerede?’
Şiiri okurken böyle bir duyguyu yaşarız.

Özdenören şiirinin genel yapısını dikkate aldığımızda ve onun ‘iç’ini gözleyen bir şair olduğunu belirlememizden hareketle, onda, olmakta olan’ı yabancılayan, realitenin paradoksal yapısını reddeden bir damar da bulunduğu hükmüne varabiliriz. İç dünya ile dış dünyanın çatışmasında, şair iç dünyadan yana tavır alır. Çünkü olmakta olan bir bozulmanın, bir kırılmanın ürünüdür. Silinmeye çalışılan toplumsal hafıza, yaşananların bir yanlışın üzerine bina edildiğini apaçık ortaya koyar. Şair bu durumun farkındadır:
“Çıkarsak ülkemizin tarihinden bir yanlışı.
 Tarihî bir yanlışı. Geriye kalan nedir.”
Bu bilinçle eylemini gerçekleştirir:
“Bir yasağı bütün hıncımla boğuyorum. Yanlış bir
      (devletin yasağını.”
Ve bu bilinci yeni nesle aktararak kaçınılmaz bir hüzne umudu da eklemeyi öğütler:
“Aşkı gözleriyle ağartan çocuk
Gözlerin alnın ve sevdanla düşün
Düşünki ülkem nice uçurumlardan sonra
Kesik kesik ama hızlı
Bir orman yağmuru gibi
Dönüp duruyor içimde.”

Tüm bu söylediklerimiz bağlamında, son mısraın altını çizmek gerekir. İçe dönük olmak, iç yaşantıyı öncelemek; realiteyi yok saymak ve dış dünyaya kayıtsız kalmak anlamına gelmez. Bu yüzden ‘iç’ini gözleyen bir şair olduğunu söylediğimiz Özdenören’in zaman zaman toplumsal ve siyasi sorunları ele alması, yani dış dünyaya yönelmesi bir tutarsızlık değildir. O, bu konuları ele almakla bir anlamda ‘iç’e yönelişinin sebebini belirtmiş olur. Dışta yaşanan, tezahürünü ‘iç’te bulur. Tagore, Şairin Dini’nde bir şiir üzerine görüşlerini belirtirken şöyle der: “Ateşin rengi, yanan maddenin cinsine göre değişir. Biz burada yakılan maddeyi değil, bu maddeden çıkan alevleri tartışıyoruz.” Yangın dışta fakat alevler ‘iç’ten çıkıyor; Özdenören şiirinde. Çünkü sorgulamayı iç’te yapıyor:
“Diyorum bu kentin ipleri kimin elinde
Diyorsun elleri olmayanların elinde.
Diyorum ağaçlar neden büyütür acıyı. Sanki neden.
Diyorsun hiç savaş sağlanır mı savaş vermeden.”

Bunlardan hareketle şairin ölüm karşısındaki tavrını da çıkarabiliriz. Zaten peşinen söylüyordu, “cebimde ölümüm” diye. Çünkü hiçbir zaman bu dünyaya itibar etmemiş, bel bağlamamıştır şair. Ölümü “her zaman tatlı ülke” olarak gören Rilke’nin dediği gibi, dünya “... sessizlik içre olgunlaşan bir söz gibidir.” ve “Burda ölüme uysal bir sal sırtında geçilir”.  “Ölümlü olan uyumlu olamaz.” bu dünyaya uyum sağlayamaz. Şairin yaşadığı en büyük acı da budur işte. “Ben de biliyorum / Uygun olmadığımı / Bu dünyaya” Uyum gösteremediği bir dünyada yaşamak, yabancısı olduğu bir yere misafirliğe gitmeye benzer. İnsan sürekli diken üzerinde oturur ve “Onun içindir ki ölüm / Denizin doğurduğu eşsiz dalga” gibidir.

Özdenören şiirine kaynaklık eden duyarlıkları belirtmekle bir anlamda şiirinin temel izleklerini de belirtmiş olduk. Bu izlekler, Alâeddin Özdenören’e özel bir hüzün eşliğinde yalnızlık, aşk ve ölüm...

Özdenören şiirinin teknik yönüne baktığımızda ise şiirin imkan sınırları çerçevesinde dilin özgün kullanımının öncelediğini ve önemsendiğini müşahede ediyoruz. Şiirin Geçitleri’nde, “Büyük şair (...) dil engelini aşabilen insan”dır; diyor Özdenören. Kişinin söyledikleri, yapmak istediklerinin izharı ise Özdenören’in şiir hakkındaki düşüncelerini mezkur eserinden ve kısa süre de olsa Ünlem dergisinde yaptığı şiir tahlillerinden çıkarabiliriz. Uzun uzun alıntılamak yerine tüm bu yazdıklarından genel bir çıkarım yaparsak, iki temel düşünceye ulaşırız. Birincisi dil engelini aşmak, ikincisi de buna paralel ve aynı zamanda bağlantılı olarak kelime seçimi. Bu unsurlar, yukarıda ‘şiir dilinin dönüştürülemezliği’ dediğim noktanın teknik altyapısını da oluşturuyor aynı zamanda. İç’e dönük şiir, öz’cüdür. Dolayısıyla bakışlarını dışa değil içe yönelten şair varlığın yansımalarına ve tezahürüne takılmaz, onların öz’üne iner. Dış dünya çokluğa meyillidir. Orada her şey birbirinin benzeri, yansıması, tezahürü ya da tekrarıdır. Oysa bunlar iç’e süzülürken öz’e dönüşür, tekleşir. Tasavvuf düşünce yapısını hatırlatan bu durum şiir sözkonusu olduğunda tek tek dış dünya hallerini değil, hepsinin özünde bulunan ortak hal’i yansıtır. Füruat değil asıl’dır kayda değer olan. İşte bu durum kaçınılmaz olarak dil engelini aşmayı, özgün bir dili ve dolayısıyla kelime seçimini gerektirir. Yani Özdenören şiirinin teknik yönüne baktığımızda, içeriği doğrultusunda ve onu pekiştiren bir yapı görüyoruz. Tüm bunlara eklemlenen biçim unsurları da iç ahenk titizliği ve aliterasyon olarak karşımıza çıkıyor.

Alâeddin Özdenören şiirlerinin genellikle kısa ve sayıca az olmasının nedenleri de sanırım hem içerik hem de teknik unsurlardan kaynaklanan bir durum. Çünkü bu şiirdeki hem içerik hem de teknik yapıyı oluşturan unsurlar (içerikteki öz’cü unsur ve özü yansıtma iştiyakı ile teknik yapıdaki özgün dil oluşturma ve kelime seçimindeki titizlik) yapıları gereği uzun solukluluk ve kemiyet bakımından kısıtlayıcı unsurlardır. Dış ve iç unsurların birleşmesinden hasıl olan doğal sonuç da tabi ki şiirlerin nispeten kısa ve sayıca az oluşudur. Kısaca, Alâeddin Özdenören şiiri, dıştan iç’e süzülen öz’ün dışa tekrar öz bir biçimde yansımasıdır, diyebiliriz.

Edebiyat Haberleri