"Zaten musibetler dergâh-ı İlâhiye sevk etmek için birer kader kamçısıdır." Barla Lahikası'ndan.
2015 yapımı Ters Yüz (Inside Out) izlerken birşeyler de öğrendiğim bir animasyondu. Bir seküler enfüsî tefekkür çalışmasıydı bana göre. Sair derslerini bir kenara bırakırsam, filmde en çok vurgulanan şey, hüznün gerekliliğiydi. Neşe, üzüntü, öfke, nefret, korku gibi duyguların anlaşmazlıkları ve insanın halet-i ruhiyesine hâkim olma çabaları kolay anlaşılır bir kurguyla anlatılmıştı. Azıcık da detayından çıtlatayım: Neşe, diğer hisler bir tarafa, üzüntünün 'sahibine' (Riley'e) iyi gelmediğini düşünüyordu. Hiçbir şeye karışmamasını arzu ediyordu. Fakat hüzün duramıyordu. Birşeyleri rengine bulamak istiyordu. Riley'nin ailesiyle birlikte San Francisco'ya göç etmesinden sonra da bu arzusu artmıştı.
En nihayet anlaşmazlıklarından kaynaklanan bir aksaklık 'hatıralar diyarına' düşmelerine neden oldu. Ve geri dönmeye çalışırken yaşadıkları, neşeye, hüzünle 'bir bütünün iki parçası gibi olduklarını' öğretti. Üzüntü olmadan neşe de sahibini koruyacak kadar güçlü olamıyordu. Finale yakın bir yerde, neşenin eline aldığı bir 'kalıcı hatıra küresi' ona, sahiplerinin ailesine daha çok üzüntülüyken ihtiyaç duyduğunu gösterdi. Ve neşe kumanda masasının kontrolünü hüzne bıraktı. Böylece evden kaçmak üzere olan Riley'i ailesine dönmeye ikna edebildiler. Aferin onlara. Ve de senariste.
Holografik Bakış'ta Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abiler benzeri bir konuyu işleyince tekrar hatırladım Ters Yüz'ü. Üçüncü Söz'de geçen 'rahat-ı kalp ve vicdan' ifadesinin tefekkürünü yaparken söz ister-istemez hüzne kaydı. Abdurreşid abi metinde geçen 'kalp ve vicdan rahatı'nın çılgınca bir neşe, yani bir "Haydi şimdi bütün eller havaya!" hali değil, insaniyete dair her hissin kıvamınca yaşandığı bir durum olduğunu dile getirdi. Çünkü hüzün de insaniyetin bir parçasıydı. İnsan, bir başkasına sığınmaya, ancak hüznü sayesinde ihtiyaç duyardı. Böylece hüzün 'kendi kendinelik' kalemizden çıkmaya zorluyordu bizi. Uyandırıyordu. İtiyordu. Öyle ya, varlığın azameti karşısında aczini hissetmeyen insan, varlığın sahibini tefekkür etmeye veya sığınmaya neden ihtiyaç hissetsindi ki! Evet. Bediüzzaman'ın dört hatvesinde aczi ve fakrı, şefkat ve tefekkürden öncelemesi bu eşikten bakınca ne kadar anlamlıydı.
Zübeyir abi, buradan alarak, açlık ve doyurulma arasındaki ilişkinin hüzün ve affedilme/sığınma arasında da bulunduğuna dikkat çekti. İnsan, nasıl ki açlıkla kendisini doyuracak birisine ihtiyaç duyuyordu, hüzünle veya pişmanlıkla da kendisini affedecek veya kendisine sığınılacak birisine ihtiyaç hissediyordu. Ters Yüz'ün finalinin verdiği ders de buydu tam olarak. Neşe, elinden gelen bütün gücü sarfetmesine rağmen, Riley'i ailesine sığınmaya ikna edemiyordu. Fakat hüzün, kumanda masasına müdahele ederek, Riley'i korudu. Riley'i, zâhirde hüznün ellerinde doyasıya ağladı. Fakat ağlamasının hemen ardından kalbine bir sürûr yayıldı.
Nihayet evden ayrılmanın onu ne kadar etkilediğini ifade edebilmişti. Neşenin aldığı ders de tam olarak buydu. İnsan neşeliyken veya neşeli olmaya çalışırken zayıflıklarını veya yaralarını ortaya çıkarmaz. Yaralarımızı görmemiz için üstüne hüznün mürekkebini dökmemiz lazım. Ne der Bediüzzaman yine bir yerde: "Bir dert görünürse devası âsândır." Tedavi için görünmeleri gerek. Tıpkı Irvin Yalom'un Bugünü Yaşama Arzusu'nda dediği gibi: "Tedavi suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar." Yani yarasını kabul etmeyen onu tedavi edemez.
Aczi bir parça konuştuk. Fakra da geçelim. Risale-i Nur'da kafama en çok takılan ifadelerden birisi de 'fakrın tezyidi' tabiridir. Görünüşte anlamı 'ihtiyaçların arttırılması' ancak Bediüzzaman'ın metninin tamamına baktığınızda kastedilenin 'daha çok şeye ihtiyaç duyma' değil, 'ne kadar muhtaç olduğunun farkında olma' durumu olduğu anlaşılıyor:
"Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."
Ancak asıl sorun öylece ortada durmaktadır: 'Muhtaç olma şuuru' nasıl arttırılır? 'Fakrın tezyidi' nasıl sağlanır? İmanlı her insan Allah'a muhtaç olduğunun bilincindedir. Bu bilinç, bir farkındalık olarak, nasıl daha üst düzeye çıkarılır? Cevap bekleyen asıl soru budur.
Ben, bu sorunun cevabını da, yakınlarda izlediğim bir Kahve Bahane'de aldığımı düşünüyorum. Hasan Söylemez bu programda Kübra Nur Duran'a sekiz buçuk ay süren Anadolu seyahatinin hikayesini anlatıyor. Bir bisikletle ve beş parasız yapılıyor bütün yolculuk. Karadeniz bölgesinden Doğu ve Güneydoğu'ya, oradan diğer bölgelere. Dile kolay. Tam sekiz buçuk ay sonra İstanbul'a dönüyor Hasan Söylemez. Hayata Yolculuk kitabında da yaşadıklarını anlatmış. Her neyse. Uzatmayayım. Hasan Söylemez'in anlattıklarından aldığım bir dersi aktarayım:
Neden yolculuğu parasız gerçekleştirdiğini izah ederken Söylemez 'paranın bir duvar olduğunu' ifade ediyor. Sadece hayallerin önündeki bir bahane olarak değil, insan-insan ilişkilerinde de duvar oluşturduğunu düşünüyor paranın. Pazarlık yapmadığınız, parayı verip hemen ürünü aldığınız alışverişlerde satıcının, değil kendisini tanımak, yüzüne bile dikkatle bakmadığımıza dikkat çekiyor. (Pazarlığın neden sünnet olduğuna dair bir okuma da çıkar mı buradan?) Fakat o bu yolculukta insanları da tanımaya karar vermiş. Marifetini arttırmanın yolunu da iletişimini arttırmakta bulmuş. Kendisini daha fazla iletişime mecbur etmek için de yanına para almamış.
Parasız seyahat etmenin güçlüklerini düşünün. Her maddi zorluk, hatta karnınızı doyurmak bile, sizi başka insanlarla etkileşime mecbur kılıyor. Hasan Söylemez bu parasızlığın çok öğretici bir parasızlık olduğunu söylüyor bu yüzden. Ve paranın sandığı kadar 'olmazsa olmaz' birşey olmadığını da böylece anladığını ifade ediyor. İnsanlardan hiçbir şey dilenmediğinin de özellikle altını çiziyor. Karşılığında yardımını sunmuş onlara. Bahçelerinde çalışmış, bulaşıklarını yıkamış, yüklerini taşımış vs. Misafir olduğu her evin bir parçası olmuş.
Aldığım derse gelirsem: Söylemez'in, işte tam da Bediüzzaman'ın dediği şekilde, 'fakrını tezyid' ettiğini düşünüyorum. Yani paradan vazgeçerek ihtiyaçlarını arttırmış. Bunu sırf bir şuur halinde yapmamış. İçinde yaşamamış. Bilfiil kendini mecbur ederek de yapmış. Dışına da taşırmış. Üstelik çok özel bir farkındalıkla 'her muhtaçlığın aslında bilmeye bir yol olduğunu farkederek/görerek' yapmış.
Bediüzzaman aczi ve fakrı neden bu kadar önemsiyor? Neden tefekkürün öncesine onları koyuyor? Çünkü ihtiyaç bilmenin yoludur. Biz ancak ihtiyaçlarımız sayesinde varlıkla etkileşime geçeriz ve onlardan birşeyler öğreniriz. Her etkileşim bir marifet kapısıdır. Allah çok şeye muhtaç ederek bize bir kötülük yapmamıştır. Bizi çok şeye muhtaç ederek aslında daha çok şey bilmemize yollar açmıştır. Hz. Âdem aleyhisselamın acziyetinde İblis'in yanlış anladığı, fakat talim-i esma üzerinden meleklerin doğru okuduğu, budur: Daha çok şey dilememize, daha renkli dualar etmemize, daha çok duygu yaşamamıza, daha çok şey tatmamıza/düşünmemize, daha çok Ona sığınmamıza vs... Hepsine ihtiyaçlarımız vesile olur. Muhtaç olmak bu yüzden güzeldir. Çünkü muhtaç olduğunuz şeyleri ancak gerçekten bilirsiniz. Öğrenirsiniz. Merak edersiniz. Yani ancak ihtiyaçlarla ötekinize yönelirsiniz. "Sana ihtiyacım var!" cümlesinin en ileri bir sevgi ifadesi olması boşuna değil.
Belki de bu yüzden Hasan Söylemez'in kitabının üstbaşlığı şu cümle: "İnsan, insana ve tabiata dokundukça insan kalır." Söylemez'in bu cümlesinden mülhem belki şunu söyleyebilirim: "İnsan muhtaç olduğunun farkında oldukça insan kalır." Ve tam bu noktada bir ayet geliyor aklıma. Âlâk sûresinden: "Gerçek şu ki; insan azar, kendini ihtiyaçtan uzak (veya kendi kendine yeterli) görürse..." Mezkûr perspektiften bakınca, insanı kendisinden başkasına mecbur eden, yani ki kendisinden başkasına yüzünü çeviren hüzün ne kadar da anlamlıdır. Bir yazımın başlığı idi. Onunla bitireyim: Sahilde çay içerken hepimiz aciziz.